ÜZÜM GÖZLÜ ALFRED (Almanca İslam Dersleri verdiğim yıllardan bir anı.)

Ara 12, 2020 by

 

ÜZÜM GÖZLÜ ALFRED

(Almanca İslam Dersleri verdiğim yıllardan bir anı.)

Pazartesi günleri derslerim başka bir okuldaydı. Önce tramvayla merkez istasyona kadar gider, oradan da yeraltı trenine (U-Bahn) binerdim. Beş dakika kadar bir yürüyüş sonunda okulda olurdum.

O kısacık yolu ne de çok severdim. Trenden inip yukarıya ana caddeye ve oradan da okul yoluna girince, başlardım içimden dualarımı okumaya. Arada bir tanıdıklar geçer önümden ve başımla gülümseyerek selâm verirdim. Solumda evler, sağımda yol boyunca sıralanmış çeşit çeşit ağaçlar. Yaban kestanesinden ıhlamur ağacına kadar… Gözlerimi gökyüzüne doğru çevirmek gelirdi hep içimden. Her birinin gövdelerinden yapraklarına doğru yol alır, dualarımı aralarından göklere gönderirdim.

Ekim ayının sonlarındayız. Hava soğumaya başladı. Hafiften esen rüzgâr, yol kenarlarındaki ağaçların elbiselerini alt üst etmeye başladı. Bizlerin saçı başı da az etkilenmiyor. Yine bir Pazartesi günü. Okula gitmek üzere durağa yaklaştım. Yaklaştıkça da burnuma sigara kokuları dolmaya başladı. Tiksintiyle uzaklaştım. Durağın başka tarafına doğru giderken, kimdir sabahın bu saatinde şu iğrenç sigarayı tüttüren diye de baktım göz ucuyla. Öğrenci. Sanırım 5. ya da 6. sınıfa gidiyor. Ah yavrum ah! diyerek içimden dertlendim. Anlamadı kesin. Ne bilirdi ki o an neler düşündüğümü. O henüz tazecik bir fidan ve gençliğe doğru adımlalanan ilk deli merdivenlerin başındaydı…

O da bana baktı göz ucuyla, sessiz ve bir şeyler sorarcasına. Rahatsız olduğumu düşünmüş olabilir mi acaba? Ya da neler düşünmüştü, içinden  neler demişti bana?!. Bilinmez. Ama ben, başına gelecek olası olumsuzlukları düşünüvermiştim bir çırpıda.

Boylu poslu, simsiyah saçlı, yakışıklı,

Yavrum gibi geldi,

Ne de güzel yaratmış Yaradan!

 

Bir kaç sene sonra, şu pis sigaranın onu ne hallere sokacağını bir bilse, ama gerçekten bir bilse,  

İçer miydi şu zıkkımı sırılsıklam âşık gibi delicesine?

 

Görebilse aynalarda şimdiden;

Dökülmüş saçlarını, kırışmış yüzünü, sapsarı ve uçuk rengini,

Ve sabahları kahrolası öksürüklerle uyandığını,

Alır mıydı eline şu zıkkımın kökünü?

 

Dişlerini bir bir kaybettiği yılları,

Onların  bir bir dolgularla doldurulmaya başlandığını bir görebilse gönül gözüyle,

Hissetse tek tek onları da uğurladığını ve takma dişlere doğru uzandığını yaşamın,

İzleyebilse her çekişte bedenini ve ruhunu zehirlediğini kaçar mıydı ki dört nala şu  kahrolası zehirden?

 

Orta yaşlara gelince merdivenleri çıkarken soluk soluğa kaldığını ve zavallı göğsünün acıyla sıkıştığını iliklerinde fark edebilse,

Fırlatıp atar mıydı elindeki şu canavar pis sigarayı?!. 

 

Çocuklarını büyütmüş, emekli olmaya ramak kalmışken; hastane odalarında kıvrandığını, Çocuklarının ve eşinin bile kısa ziyaretlerle yanına uğradığını,

Ölümün pençesinin ensesinde olduğunu bilerek,

Geriye dönüşün olmadığını şimdi kavrayabilse,

Çılgınlar gibi uzaklaşır mıydı nerde bir iz görse şu iğrenç takıntıdan?

 

Yaşama daha doyamadan; kara tabuta konduğunu,

Mezarlığın yoluna doğru omuzlarda taşındığını bir düşlese ne yapardı acaba?

Rahmetli ağabeyimin güzelliğini gördüm onda. Ağabeyimin yaşadıkları canlandı can evimde. Adını soramadığım bu öğrencinin bu yaşta sıgaraya sarılması beni etkilemiş, düşüncelere salmıştı. Bedenim durakta ruhum kâh İstanbul kâh Kuşadası’nda Adalızade Mezarlığı’ndaydı ki tramvay geldi. Kalabalık bir grup bekliyordu. Aynı yönde ilerleyen küçücük bir insan seli. Birbirimize dikkat ederek, sırayla bindik tramvaya. Biletimi bastım ve ilerledim. Yer yok! Tüm  oturaklar dolmuş. Ayakta gitmekten başka çarem yoktu. Bakınırken, pencere kenarında oturan bir gence ilişti gözlerim. Belli, o da öğrenci. Selâmlaştık. Bakışları cana yakındı. Elinde bir defter, baktım Almanca dil defteri. Tam da onun yanıbaşında duruyordum. O da ara sıra bana bakmaya başladı. Yer vermek istedi. Teşekkür ettim. Ayakta kalmak istediğimi anladı. Aslında onun dersine çalışmasına devam etmesini isityordum.

Üst dudağının sol tarafında ince bir beni vardı. Henüz bıyıkları çıkmamış. Simsiyah beni, gür saçları, gözlerini süsleyen koyu kahve kaşları bana oğlumu anımsattı. İçimde bir burukluk  yüreğimi daralttı ve adeta burnumun direği sızladı. Sanki ciğerlerime balta vurulmuş sandım. Oğlum  bir yıllığına Amerika’ya öğrenci olarak gönderilmişti. Ana yüreği işte… Özlem ve hasret…

Dayanamadım, Türkçe  “Sınavın mı var?” dedim. Sınav kelimesini Almanca (Probe) olarak sorduğum için olacak, başını salladı, “Evet.” dercesine. Almanca’dan mı dedim. “Ben Türk değilim. Adım Alfred” dedi gülümseyerek. Gülüştük.

Kısa kısa sorular sordum. O da hep güleryüzle yanıtladı. Irak Süryanilerindenmiş.Ortaokul (Realschule), 8. sınıf öğrencisiymiş.

-Almanca’dan sıkıntın var mı?

-Hayır, yok.

– Ne güzel!

-Burada mı doğdun?

-Hayır.

-Kaç yıldır buradasın?

-Sekiz.

-Zamanını aldım, çalışmana devam et.

-Yok almadınız. İyice çalıştım. Sadece bir göz atıyordum.

O ara merkez istasyona yaklaşmıştık. İnmeye hazırlandım. Yüreğim kıpırdadı, beynim zihnime bir şeyler fısıldadı; eğildim, kulağına;

– Biliyor musun, çok hoşuma gittin. Zamanını boşa harcamıyorsun. Değerlendiriyorsun. Yolculuk esnasında okuman, bilgilerini pekiştirmen; senin geleceğinin parlak olduğunu gösteriyor. İnanıyorum ki, çok iyi yerlerde olacaksın. Kendine ve insanlığa faydalı bir insan olmanı diliyorum. Haydi hoşçakal!

Gözleri ışıl ışıldı. Gelecekten umutları olduğu belliydi. İyi bir hafta diledik birbirimize. Tramvaydan inerken; “Size diyeceklerim var!” der  gibiydi bakışları…

Kim bilir o tertemiz çocuk yüreğinde neler saklıyordu?

 

Şükran GÜNAY’dan

Şükranca

 

 

Related Posts

Tags

Share This

Leave a Reply