TÜTÜN TARLASI

Tem 25, 2019 by

TÜTÜN TARLASI

Nazilli basmasından allı güllü şalvarı, üzerindeki uzun kollu bluzu ve başına bağladığı oyalı yemenisi ile köylü kızından farkı yoktu.  Henüz on iki yaşını doldurmamış, ortaokul 2. sınıfa geçmişti. Yaz tatilinde tütün tarlasına göçtüler. Tütün  işini iyi biliyordu. Çocukluğundan beri ailece bu işte çalışmışlardı.

Kolay değildi  tütün tarlasında çalışmak. Sabahın seherinde ve akşamın serinliğinde tütünler kırılır, keletirlere doldurulur, gün boyunca uzun tütün iğnelerine dizilir, kargılara sağılır, kurumaları için tel askıların olduğu kırmandalıya asılırdı. Tütünlerin dizimi ve kargıların asımı erken bitirilsin diye can atardı herkes. Sabah, öğlen ve akşam yemekleri dışında hep çalışırlardı. Dinlenmek için fırsatları kollardı her biri. Sözün kısası; gün doğumundan gün batımına çalışılırdı ailece.

Otlardan yapılmış tek odalı bir çardaktı evleri. Yatmak, tütün dizmek ve yaşam adına ne varsa bu odacıkta yapılırdı. Kapısız, penceresiz bir tarla evi işte! Geceleri, yatmadan önce bir örtü ile açık yerler kapatılırdı. Çardağın dışında uygun bir yerde annesinin topraktan yaptığı bir ocak vardı. Tam ortasında da üç ayaklı sacayağı. Üzerinde yemek pişirilen toprak tencerenin ya da börek pişirilen saçların konduğu demirden yapılmış bir alet. Annesinden yemek pişirmeyi, ocak yakmasını çoktan öğrenmişti. Çünkü annesi ona sık sık; «Yaptığın banaysa, öğrendiğin kendine yavrum.» derdi.

Babası seyyar satıcıydı. Önceleri kavrulmuş yer fıstığı satıyordu. Onun tek işi, eve ekmek parası getirmekti. Aniden küçük kız kardeşi ağır hastalandı. Anne ile babası  Kuşadası’na doktora götürdüler kardeşini. Uzun zaman gelemeyeceklerdi. Nasıl olsa ağabeyi yetişkindi. İki kardeş tarlada kalabilirlerdi. Anacığı; kara kaşlı, üzüm gözlü, çalışkan kızını gözü arkada olmadan bırakıp gitmişti. Mecburdu. Başka da çaresi yoktu ki! Oğlunun geceleri çardağa gelmediğini bilemezdi. Oysa delikanlı, yakışıklı oğlu, geceleri sevgili peşinde dolanırdı. Babası ise haftada bir iki kez uğrar, bolca yiyecek getirirdi. İçme suyunu da bahçelerdeki kuyulardan doldurup getiriyordu ağabeyi. İki adet su testileri vardı.

Geceler geçmek bilmiyordu. Karanlık basar basmaz korkuları da depreşiyordu küçük kızın. Yapayalnız olmak ne kadar da zordu! Çaresizdi ama. Yorganı başının üstüne çekiyor, altında iki büklüm kıvrılıyordu. Bildiği duaları okuyarak, sabahın olmasını bekliyordu. Biliyordu, seherde yine güneş doğacaktı.

Düşündü küçük kız:

Komşularının tütün tarlalarına baktı. Onların tütün bölmeleri hemen hemen bitmek üzereydi. Boydan boya saçı sıfırlanmış oğlan gibi görünüyordu komşularının tütün tarlaları. Gece gündüz çalışmaz ise buralarda tamamen yapayalnız ve kimsesiz kalacaktı komşu teyzenin dediği gibi. Düşündü, düşündü… Dalıp dalıp gitti uzaklara…Tütünler toplanmalıydı. Buralarda nasıl kalacaktı? Zaten geceleri yapayalnızdı. Komşular da giderse ne yapacaktı? Korkudan titremeye başladı eli ayağı.

Karar verdi, bütün gece tütün kıracaktı. Topladı örgülerini, taktı yemenisini, kırdı tütünleri, akşamdan gün doğana kadar. Durmak bilmedi hiç. Karanlık çöktüğünde fenerini, üç kargıyı tepeden birleştirerek yaptığı üçgen şeklindeki askının ortasına astı. Fenerin yaydığı aydınlık azalınca yerini değiştiriyordu.  Kendi görüş açısının ortasına getiriyordu. Arada sırada ay ışığı da var mı diye etrafına bakıyordu. Fenerin aydınlattığı kısmın dışında kalan bölge zifiri karanlık oluyordu. O aldırmıyordu ama korksa da. Biliyordu, yüce Allah’ın melekleri koruyordu onu. Annesi, babası hep öyle derdi. Çocuklar birer melekti, onları korurdu diğer melekler. Bunu düşündükçe eline koluna güç geliyor ve son hızla çalışıyordu. Bir arık bitip de diğer arığa geçerken şimşek gibi hızlanıyor, «Hah işte! Biri daha bitti!» diyerek seviniyordu.  Eline ayağına daha da güç kuvvet geliyor, belinin ağrısını duymaz oluyordu.

Tütünler bir başka güzelleşmişti gecenin koynunda. Yeşil yaprakları sanki değerli taşlar gibi parlıyordu. Fenerin ışığının tesiriyle mi bilinmez ama, altın sarısına bürünmüşlerdi her biri… Ara sıra karpuz, kavun çıkıyordu önüne. Birini kırıp, oracıkta yemek istiyor, ağzı sulanıyordu. Yapamazdı ama. İşine ara verince her şey ortada kalacak korkusuyla, «Sabah olunca gelir, bu karpuzu, kavunu koparırım.» diyerek çalışmaya devam ediyordu. Durmadan tütün kırıyordu.

 Bütün gece tütünleri kırdı, sabahın seherinde ağabeyini uyardı. Tütün tapalarını topladılar, keletirlere doldurdular ve gün boyunca ağabeyi ile birlikte iğnelere dizdiler. Dizilen tütünleri kargılara sağdılar. Kurumaları için de kırmandalaya  astılar. Az uyuduğu için sık sık uykusu geliyor, ara sıra, oracıkta, hasırın üstünde şekerleme yapıyordu. Kısacık zaman diliminde yaptığı bu şekerlemeler ona yeniden enerji veriyordu. 

Tütünler kırıldığı için onların tarlası da tıraş yapılmış oğlan gibi görünüyordu. Tütünlerin pembe pembe çiçek açmış başlarına baktıkça; «Haydi, gözün aydın, az kaldı. Yakında evine döneceksin artık.» dediklerini duyar gibi oldu küçük kız… Doğru, artık askılara asılmış tütün kargılarının kuruması kalmıştı son iş. Bir onlar da kurusa! İşte o gün bir gelse! Koşa koşa gidecekti Kuşadası’na. Yol kenarlarındaki çeşmelerden susuzluğunu giderecekti susadıkça. Bir saat içinde nasıl olsa evlerinde olurdu…

Evet, tütün kırma işi bitmiş, kırmandaladaki tütünlerin kurumasını bekliyordu şimdi de. Komşularının arkasına kalmaktan kurtulmuştu.  Annesi Kuşadası’nda küçük kız kardeşinin iyileşmesini bekliyor, babası ise ekmek parası peşinde koşuşturuyordu. Komşu tarlanın kızı ile arkadaş olmuştu bir ara. Onların atları vardı ve arkadaşı ata binmeyi biliyordu. Onun ama sadece bir eşeği vardı. Eşeği onların her kahrını çekiyordu. At gibi olmasa da o da eşeğine biniyor, onu sulamaya götürüyordu. Arkadaşı ondaki at sevgisini anlamış, birlikte ata binmişlerdi. O gece çok mutluydu küçük kız.

Sevinçten gözüne uyku girmiyordu. Gece yarısı kaşınmaya başladı. Sevinçle kaşıntı birbirine karışınca hiç uyuyamadı. Sabahı zor yaptı. Sabahleyin kaşıntısı daha da fazlalaştı. Gün boyu iyice çoğaldı. Ertesi günü başa çıkamayacağı kadar şiddetlendi. Durmadan kaşınıyordu. Saçlarını karıştırıyor, saç diplerini kaşıyor ve elleriyle saçını tarıyor ve taradıkça yağmur gibi pirelerin düştüğünü görüyordu. Delirecekti sanki, bilemedi nedenini. Ağabeyi de yoktu. Başından  birbiri arkasına  düşen küçücük canlıların tütün piresi olduğunu bile bilmiyordu. Gördüğü tek şey, koskoca bir ordu gibiydiler ve başından aşağıya dökülen küçücük yaratıkların ardı arkası kesilmiyordu. Kaşındıkça üstüne başına düşüyorlardı…

            Çardağın önünden komşu teyze geçiyordu o sıra. Küçük kızı görünce durumu anladı. Hemen yanına geldi. «Ah yavruuum! Anasız babasız olunca böyle olur işte! Bekle! Hemen geri geleceğim. Sakın buradan ayrılma!» dedi ve hızla uzaklaştı. Çok geçmedi. Soluk soluğa elinde DTT ile geri döndü. Kızın siyah saçlarının dibine bolca döktü, «Korkma! şimdi hepsi ölecek! Akşama doğru yıkanırsın.» dedi. Söylene söylene oradan uzaklaştı.

Selin, o gece dirliksiz uyudu. İlk defa korkmadan uykuya daldı. Korkuyu düşünemeyecek kadar bitkin ve yorgundu iki gecedir.

 

Açıklamalar

Çardak: Tarla, bahçe gibi yerlerde; ağaç dallarından örülmüş barınak.

Keletir: Küfenin halk arasındaki söylemi; genellikle söğüt veya başka ağaç dallarından örülen, yük taşımaya yarayan büyük sepet.

Tapa: Kırılan tütünlerin bir elde toplanmış şekline verilen isim. Bu tapalar tütün arıklarında sıra sıra bekletilir, kırma işi bitince küfelere doldurulur, çardaklara taşınır.

Kargı: Gövdesi 5-6 m yüksekliğe erişebilen çok yıllık bir bitki. 

DTT: Tütünlere zarar veren böcekleri yok etmede kullanılan bir çeşit zehir

Şükran GÜNAY’dan

Şükranca

Related Posts

Tags

Share This

Leave a Reply