RAMAZAN DAVULU

Kas 12, 2019 by

Kuşadası’na taşındığımız ilk yıl idi. Beşinci sınıf öğrencisiydim. Babam yine Ramazan Davulunu kiralamıştı. Beklenmedik bir şekilde annem hastalandı. Ayakları tutmaz oldu. Babam da onun arkasından yatağa düştü. Doktor adı bile geçmiyordu evde. Hâlâ düşünürüm; parasızlıktan mı, bilgisizlikten mi ya da yer yurt bilemezlikten miydi yalnızlığımız?

Germencik’te evimiz hiç boş kalmazdı. Soframızda  hep misafir olurdu. Kuşadası’nda ise yaban ellerde gibiydik başlangıçta. Bizi yeni yeni tanımaya başlayan komşulardan bazılarının ara sıra kapımızı çaldıklarını ve yemekler getirdiklerini hatırlıyorum.

Ağabeyim, İstanbul´a gitmişti artist olma sevdasıyla. Küçük erkek kardeşim üç yaşına yeni basmıştı. Annem babam çaresizdiler. “Şimdi ne olacak? Parayı kim toplayacak? Belediyeye borcumuzu nasıl ödeyeceğiz? Kim bize yardım eder? Davulcularla kim dolaşacak vb. şeklinde dertleniyorlardı.

“Ben dolaşırım baba” deyince irkildi ikisi de. “Olmaz!”dediler, ama ben ısrar ettim. Nasıl yapacağımı da anlattım. Babamın pantolonunu, ceketini, şapkasını giyip çıkacaktım. Uzun uzun tartışmalardan sonra kabul ettiler. Nasıl da sevinmiştim!

 Davulcular gelmeden giyindim. Babamın da boyu kısa olduğu için kıyafetler aşağı yukarı uydu, fazlalıklarını ise kıvırıverdim, oldu bitti. Yok canım! Boy aynası nerdeee? Küçücük bir aynacık vardı evimizde. Uzun saçlarımı sakladığım şapkanın altında nasıl göründüğümü merak ederek bakmıştım. Nasıl olmuştum, nasıl görünüyordum pek de umurumda değildi.

Atatürk´ün şapkasına benzerdi babamın şapkaları. Kendimi kahraman gibi hissediyordum erkek kıyafetlerinin içinde. Aileme destek olacak, belediyeye olan borcumuzu çalışarak ödeyecektim. Nasıl olsa sahur vakti geçince eve gelecek ve okul vaktine kadar uyuyabilecektim.  Şunun şurası bir aycık gibi bir zamandı.

Artık davulcularla ben çıkmaya başladım. Mani söylenen kapının karşısında bekliyor, açılan kapıdan uzanan ele elimi uzatarak, verilen parayı ya da emaneti hızla alıyordum. Verenin yüzüne bile bakmadan. 

Bazen para, bazen tatlı bazen de el işlemesi mendil, havlu cinsi hediyeler veriyorlardı. O yıllarda el işleme sanatlarının önemi henüz kavranmış değildi. Şimdi olsa kimse vermez o güzelim el-işi çeyizlerini… Kırsal kesimi kastediyorum. O yıllarda İstanbul, Ankara, İzmir zengini ne durumda idi, onu bilemem tabii…

Bir gün, teneffüs zili çaldığında rahmetli sınıf öğretmenim Mithat Baysal; “Benimle gel kızım!” dedi. Birlikte müdür beyin (Reşat Özbek) yanına gittik. Öğretmenim, müdürümüzün bir işareti ile masanın yanındaki boş sandalyeye oturdu. İkisi de beni süzmeye başladılar. Sonra birbirlerine bakıştılar. Söze müdür bey başladı: “Kızım sen geceleri çalgıcılarla çıkıyormuşsun. Bu olmaz! Bugünden itibaren bunu sana yasaklıyoruz!” dedi sonra sözü öğretmenim aldı; “Yavrum! Olur mu öyle şey? Sen kız çocuğusun. Ya başına bir şey gelirse?!. Olmaz! Olmaz böyle şey! Annene babana yasak ettiler diye söyle.”

Sessizce ikisine bakıyordum. Bir ona bir diğerine. Sustuklarında ben konuştum. O zaman bizim eve siz bakarsınız dedim. Başladım anlatmaya bizim evin hallerini:

 Annem babam yatalak, yerlerinden kalkamıyorlardı. Annemi arkama alarak, tuvalete nasıl indirdiğimi izaha çalıştım. Anneciğim, zar zor tuvalete kendisi gitmek istiyordu. Ama bacakları tutmuyordu. Altına lazımlık koyulmasını bir türlü istemiyordu. Çok temiz bir kadındı. Pişirdiği yenir, yıkadığı giyilirdi. Evinin içini düzenli ve tertemiz tutardı. Hasta olunca bütün iş bana düşmüştü. Yavrularını çok severdi. Kızının gece yarısı işe çıkmasına onun da gönlü yoktu. Çamaşırları evin bahçesinde, teknenin içinde nasıl yıkadığımı anlattım öğretmenime ve okul müdürümüze.

Kimsemizin olmadığı anlaşılıyordu. Akrabalarımız geldiğimiz kasabamızda kalmışlardı. Eş dost henüz yeni taşındığımız bu deniz kasabasında yeterli değildi. Komşuların getirdiği bir tabak çorba ya da yemek çözüm değildi. Ve ben aileme destek olmalıydım. Neler saydım döktüm bilmiyorum. Bildiğim tek şey ve son sözüm yine aynıydı. Ben çalışmaz isem, bu bana yasak ise, aileme siz bakın  dedim.

 İşte o an olan oldu. Her ikisi de ayağa kalktılar. Bana doğru yürüdüler. Meraklandım. Heyecanlandım. Şaşkın şaşkın bir ona bir diğerine bakmaya başladım. Birisi sağ, diğeri sol tarafıma geçti. Omuzlarımdan tutup, sözleşmiş gibi; “Aferin kızım! Sen kendini korumasını bilirsin! Ne biliyor ve neye inanıyorsan onu yap! Ailene de bizden çok selam söyle. Geçmiş olsun dileklerimizi ilet.” dediler.

Müdür odasından çıktığım andaki huzurumu hâlâ unutamıyorum.

 Bir ay geçmiş, Ramazan Bayramı gelmişti. Halamın kızının diktiği bir fistanım vardı. Mavi renk üzerine küçücük papatyacıklarla desenlenmiş o basma entarimi giydim. Eteği hemen hemen ayak bileklerime kadar uzundu. Annem saçlarımı ördü. Uçlarına beyaz kurdeleler taktı. Ayağıma  kısa beyaz renkli bir çorap giydirdi. Kırmızı renkli ayakkabılarımı da unutmam. Bayramlığım tamamlanmıştı. Artık babam sağlığına kavuşmuş, ayağa kalkmıştı.

Babam, ısrarlarıma dayanamadı. Bayramda benim onlarla birlikte dolaşmama izin verdi. Kapı kapı tüm sokakları üç gün içinde dolaştık. Elimde ısrarla tuttuğum bayrağımızı kimselere vermek istemedim. Yorulduğumu anlayan babam elimden almak istese de vermedim. Bayrağımızın altına çeşit çeşit yemeni, mendil, havlu ve çeşitli kumaşlar asıldıkça elimdeki sopa ağırlaşıyordu. Eve gidince onları tek tek açma sevincinin hayali ile güç buluyor, daha da bir hazla bayrağımızın sopasına sarılıyordum.

 Üç gün olan Ramazan Bayramı sonunda, topladığımız tüm el işlemelerini bir bir gözden geçirdik. Annemle birlikte tek tek dürdük. Odanın köşesinde bulunan tahtadan sandığımızın içine özenle yerleştirdik.

En sona ay yıldızlı, al fistanlı bayrağımız kalmıştı:

Babam, bayrağımızı iki elinin avuçlarının üstüne aldı. Annemin ve benim  özenle dürüp katladığımız  şeklini bozmadan, önce öptü ve sonra da yavaşça sandığın en üstüne koydu.

 Mutluydu babam ve annem. Ben ise sevinçten uçuyordum adeta. Borcumuz yoktu. Evimizin kirası ödenmiş, tel dolabımız ise yiyeceklerle dolmuştu.

Şükran GÜNAY

Related Posts

Tags

Share This

Leave a Reply