ÖZGÜRLÜK MÜ DEDİNİZ

Eyl 18, 2020 by

Amerikalı yazar Munro Leaf’in yazdığı ve  Robert Lawson tarafından çizilen  çizgi filminde,  genç boğa Ferdinand ve arkadaşlarının öyküsünü  izlerken beynimin gizemli odalarında ne kadar da çok anı sakladığımın farkına vardım.

Arenada dövüşmektense tarlalarda, dağda, bayırda, çayırda çiçek koklamayı seven boğanın öyküsü beni anılarımda ve günümüz yaşamında dolandırdı. Karnı tok ama gözü doymaz biz insancıkların yeryüzüne, doğaya karşı olan hoyrat davranışlarımızı düşünmekten kendimi alamadım.

Boğa yarışlarını oldum olası hiç sevmedim. Aslında boğa yarışlarını kitaplarda görmüştüm. Resimlere bakınca yüreğim daralıyordu. Hem boğanın hem de insanın karşılıklı mücadelesine hiç anlam veremiyordum.  Çocukluğumda izlediğim deve güreşleri ise apayrı bir kâbustu benim için. Kaybeden deve, güreşin sonunda kaçıyordu. İşte o anlar korkunçtu. Devenin önünden kaçan kaçana. Yaralananlar, ağaçlara tırmananlar… Güreş sonrası korkularımız devam ederdi. O gece uyumak ne mümkün? Senelerce o kaçışmalar rüyalarıma girdi. Annemin elimden tutarak beni bir ağacın arkasına saklamak isteyişlerini yıllarca unutamadım.  Kaç kez bağırarak korkuyla uyandığımı bilirim. Neyse ki artık o tür rüya görmüyorum. Geçmişte kaldı. Öğretmenliğimin ilk yıllarında köylülerin horozları yarıştırdıklarını görünce şaşırmıştım. Henüz 16 yaşında gencecik bir öğretmendim ve horozların birbirlerini dövmeleri, seyircilerin zevkle izleyerek gülüşmeleri  döşümü acayip acıtmıştı. Biz insanlar doğaya hakim olmak konusunda ne kadar da istekli, kararlı, becerikli ve vicdansızdık.

Yeryüzünde özgürlük mü dediniz? Hem de tüm canlılara? Özgür yaşamak ve yaşatmak. Ama nasıl? Bu cümleleri ne zaman duysam aklıma çocukluğum gelir. Sahi özgürlük bir çocuk için ne ifade edebilir ki? O yaşlarda böyle bir kavramdan habersiz olduğumuz gibi ihtiyaç da duymuyorduk. Kısıtlamalar kimin umurundaydı? Kim bilir belki yıllar içinde ezildikçe, yara bere içinde kaldıkça, yaşlandıkça, gezdikçe, okudukça, öğrendikçe öz varlığımızı ve en temel gereksinimimizin özgürlük olduğunu fark eder olduk.

Evimiz, yemyeşil bir bahçenin ortasındaydı. Avlumuzda -bizde bahçeye avlu derlerdi- rengârenk çiçeklerimiz vardı. Kız çocuğu olmanın ayrıcalıklarını(!) yaşayarak büyüdüm. Avluyu süpürmek, sebzeleri sulamak, ev işlerinde anneye yardım etmek… “Abim neden aynı işleri yapmıyor?” diye sormak aklımın köşesinden bile geçmezdi. Öğrendiklerimiz bizi hayatın akışına teslim etmiş gibiydi. Özgürlüğümüzün kısıtlandığını, haklarımızın gasp edildiğini fark edemeyecek kadar kapalıydı gözlerimiz. Baba evinden koca evine geçişte de aynı kısıtlamalar sinsice peşimizden gelmiş gibiydi. Ya sonraları?  Anne olduğumuzda? Aslında değişen bir şey yoktu. “Sen annesin, ne olursa olsun, evlatların, yuvan için fedakar, sabırlı olacaksın. Önce çocuklarını ve kocanı düşüneceksin. ” diyen annelerimizden ne farkımız vardı ki? Aldatıldık, dövüldük, çalıştırıldık, ama yine de hep çocuklarımız yuvamız, eşimiz dedik. Böylesi erkekler de var elbette. Hangisi çoğunlukta sence?

Ağabeyim hep hazıra konduğundan olacak gözü yükseklerde oldu. Hayatın gerçeklerine karşı koyamadı. Erkek çocuk olma özgürlüğünün sarhoşluğuyla havalarda uçtu. Ben, kız olduğum için her denileni yapmayı görev bildim. Ağabeyim de ben de büyüklerin gösterdiği yolda hiç sorgulamadan yürüdük. Hangimiz daha mutlu oldu diye sorarsan işte orasını bu yaşta bile istesem de anlatamam. Sen düşün kendince istersen.

Avluda yaşayan köpeğimizin, kedimizin, papağanımızın bu bağlamda dertleri yoktu desem yalan olur. Kedinin görevi fareleri kovalamak, köpeğinki bahçeye yabancı sokmamak, papağanınki da bizlerin adını söyleyerek aile bireylerini güldürmek, keyifli anlar yaşatmaktı.          

Her can kendi görevini bilirdi. Sorgulama, itiraz etme, fikrimizi söylemeyi bilmezdik. Güneşin sabah olunca doğması, akşam olunca batması gibi olağandı her şey. Başka türlüsünü görmemiştik. Çünkü büyüklerimiz de aynı değirmenin taşlarında öğütülüp gelmişlerdi. Bu hayat bir tiyatro sahnesi gibiydi. Havla köpek, koş kedi, konuş papağan, ev işlerini yap Şükran…

Bahçedeki çiçekler, sebzeler, dallardaki elma, armut, nar, üzüm kısaca doğada yaşayan her bitki bir başka kokardı. Damaklarımızdan beş duyumuza yayılan tadı olurdu yenen, içilen her şeyin. Toprak, su, hava, bitkiler ve insanın kucaklaştığı yıllardı. Fakat yaradılıştaki muazzam düzenin içinde ne ben ne de diğerleri fakındaydık özümüzün. Bakar kör yetiştirmişlerdi her birimizi. En çok da kızlarımızı. Oysa her erkeği yetiştiren bir ana değil mi? Erkekler de olumsuz yönde paylarını almışlardı bu çarkta. Sonuçta kızlarına, eşlerine zorba davranan eşler, babalar, ağabeyler, amcalar, dayılar oluyorlardı.

O yıllarda hayvanlar, kız çocuklarından daha mı özgürdü acaba? Ben çocukken ineklerimiz, koyunlarımız, keçilerimiz ne kadar mutluydu bilmem ama en azından hepsinin bir arada ahenkli bir yaşamı vardı. Yedikleri ot, içtikleri su ve yaşadıkları topraklar tertemiz ve birbirleriyle ahenk içindeydi. Sabahları sığır önünde toplanan hayvanları sığırtmaçlar kovalığa otlatmaya götürür, akşamları geri getirir, sahiplerine teslim ederlerdi.

Önce benim canımı yakanları görmeye başladım zamanla. İnsan denen varlık böyle bir şey. Kendi çıkarları için hem hemcinsine hem doğaya acımasız, gaddar davranıyor. Günümüzde doğal yiyecekler aramaya başladık. Neden? Sanayileşmeyle birlikte hayvanlar esir alındı. Sadece esir alınmadı, zulüm görmeye başladılar. Daha çok kazanmak adına doğanın yapısıyla oynadı insanlar. Daha çok et, daha çok süt daha çok yağ istediler. Bol kazanç için porsuk, tilki, tavşan ve derileri değerli olan diğer bazı hayvan türlerinin kötü şartlarda canlı canlı derilerini yüzdüler. Okudukça, gezip gördükçe, yaşadıkça işin içinden çıkamaz hâle geldim. Aklım erdikçe etimde, tinimde hissettim hayvanlara yapılan eziyetleri. Havanın, suyun, toprağın başına gelenleri günümüzde bilmeyen kaldı mı acaba? Bu nasıl bir gidiş? Toprak, hava, su eskisi gibi temiz değil. Doğa tümüyle can çekişir duruma geldi neredeyse.  Biz gözü doymaz insanlar yüzünden yüzü gülmez oldu yeryüzünün. Nereye baksam bağrımı sıkıştırıyor, zihnimde çaresizlikler yaşatıyor gördüklerim. Gökyüzünde süzülen güvercinler, kargalar kadar mutlu mudur koyunlar, keçiler, inekler, atlar, eşekler? Nasıl mutlu olsunlar ki? Her anı insan tarafından düzenlenen bir hayvan mutlu olabilir mi? Onlar bizim esirimiz, kul kölemiz olmuş. Katledilen ormanlar, kirletilen su, hava ve toprak ile ekolojik dengesi bozulan doğada insanın sağlıklı yaşaması mümkün mü? Katledilen ormanlarla birlikte yok olan sayısız canlının hesabını kimler verecek?

Ferdinand’ı izlerken geleceğimiz açısından umutlandım bir bakıma. Çocuklarımızın geleceği aydınlık olacak diye sevindim. Güzelliklere götürecek en doğru yol, doğru bir eğitimle mümkündür desem?

Eş yok, çoluk çocuk işinde gücünde, kendi evinde, emekliyim ve yaşamın son demlerindeyim. Evet, şimdi özgür sayılırım. Gönlümce yaşayabilirim. Peki sence neye yarar özgürlüğüm doğa tümüyle kan ağlıyorsa?  Zavallı insancıklar! Bizler! İnsan olarak yaratılmış olmayı ne de çok önemsiyoruz! Doğa; suyu, toprağı, havası, bitki örtüsü, hayvanları, görünen ve görünmeyenleri ile nefes almaya biz insanlar olmadan da devam edebilir oysa değil mi?  Ya bizler? Doğanın alt üst edildiği şu yeryüzünde insanın sağlıklı yaşaması mümkün mü? Ve nereye kadar sürecek dersin rahat nefes alabilmemiz? Covid 19 dünyaya yayıldı. En az iki sene evlerde, iş yerlerinde, gezmede tozmada, tüm işlerimizde kısıtlı yaşayacağımız haberlerini okuyor, dinliyoruz. Acaba bu pandemi (salgın) sayesinde daha iyi bir insan olmanın yollarını düşünenler olur mu? Tuzu kuru olanlar, halktan ayrı ve lüks sefa içinde yaşayanlar için de aynı mı geçecek bu süreç? Açlık, yokluk çekecekler mi normal bir vatandaş gibi? Hayvanlara, doğaya karşı acımasız uygulamalarına son verecekler mi? Yok canım, bu sorum iyi olmadı şöyle sorsam daha iyi olacak gibi: Acaba toplumdan uzak yaşarken, doğaya verdikleri zararı, onları başa getiren halkın sorunlarını düşünme fırsatını yakalayacaklar mı? Daha bi insan olacaklar mı dersin? Ben umutluyum.

İnsan hakları, çocuk hakları, kadın erkek eşitliği ve yeryüzünde insanca yaşamak isteğimiz ne kadar doğal ve elzem tabii.  Peki ya hayvan hakları?  Ve doğaya karşı olan bağımlılığımız ve sorumluluklarımızın ne kadar farkındayız? Kaç kişi bunun bilincinde ve kaç kişi alt bilincini bu yönde eğitmek, yönlendirmek için çaba sarf ediyor? Merak ediyorsun değil mi? Yazdıklarımı sonuna kadar okuduğuna göre benim gibi çaresizlikler içinde çareler arıyorsun. Teşekkürler.

Şükran GÜNAY’dan  

Şükranca

Related Posts

Tags

Share This

Leave a Reply