MİSAFİR İŞÇİDEN TÜRK ÖĞRETMENLİĞİNE

Haz 2, 2013 by

Öğretmenim, öğrenenim; öğrenmenin eşiğindeyim.

 

 

Daktilo fabrikasında montaj işçisi olarak çalışıyordum.

Tek aylıkla geçinmek zordu. Eşim işsiz olduğu için ucuz bir eve taşındık. Boyumdan birazcık uzunca olan ahşap kapısı vardı. Kuş yuvasına benzeyen tenekeden posta kutusunu çok sevmiştim. Kirası da çok az olunca keyfime diyecek yoktu. Nürnberg’te Triumph fabrikasında montaj işçisi olarak çalışıyordum.

Kapıyı açıp içeri girdiğimizde; girişin sağ tarafında lavabo (musluklu el yıkama yeri) ve devamında; ince-uzun, daracık, mutfak olarak kullandığımız odacık vardı. Bir insanın zor sığabildiği hol denenemiyecek kadar dar olan girişin sol tarafında ise küçücük, iç-içe iki odası olan bir yuvacık. Sanırım 30-35 metre kare kadarcık bir evcikti. Girişteki oda; bahçeye bakan iki penceresi olduğu için aydınlıktı. İç kısımdaki, penceresiz, karanlık odayı yatak odası yaptık. Banyo ihtyacımız için büyükçe bir leğen aldık. Tuvaleti dışarıda olan, banyosuz evimize Bülbül Yuvası diyordum.

Hafta sonuydu. Gece birden rahatsızlandım. Sağ tarafıma şiddetli bir ağrı girdi. Kıvranıyordum. Sabahleyin erkenden kalktım. Eşimle arkadaşımız Celal Güneş Türkiye’ye yola çıkacaklardı. Bin bir güçlükle o daracık mutfakta onlara yolculuk için börek, poğaça hazırladım. Tam bitmek üzereydi, ağrılarım dayanılamayacak şiddete ulaştı. Beni acil hastaneye kaldırdılar. Hastanede serum taktılar. Ağrılarım dinince onlar eve döndiler. Eşimle arkadaşı Türkiye’ye…  Kızkardeşim evde yalnız kalmıştı. Aklım ondaydı, ama üst katta oturan arkadaşımız Melek ona arkadaşlık ediyordu. Düşüncelerimin içinde bocalarken, serumun etkisiyle uyuya kalmışım…

“Allah’ım! Öğrencilerime kavuştum! Meleklerim! Sizlerle birlikteyim! Haydi! Andımızı, İstiklâl Marşı’mızı söyleyelim! ” derken kendi sesimle uyandım. Ortalık henüz ağarmamıştı. Bu sabah rüyasıydı. Gerçek olmalıydı! Sucuk ter içinde kalmıştım. Kalbim küt küt atıyordu. Eve gitmeliydim. Uyanık olmama rağmen rüyamı yaşıyordum; ” Öğretmenim, öğretmenim! Sizi çok seviyoruz!” diyerek etrafımda dolanan siyah önlüklü, beyaz yakalı öğrencilerime sarılıyor, Yaradan’ıma şükrediyordum. Sevinçten öğrencilerimle birlikte göğe doğru uçuyordum. Biraz sonra kendime geldim. Banyoya gittim. Elimi yüzümü yıkadım. Rüyamın tesirinde kalmıştım.  Bu rüyam,  yüce Allah’ın hikmetlerinden biriydi kesin! Zile bastım. Hemşire geldi.

–        Evime dönmek istiyorum.

–        Olmaz!

–        Neden?

–        Serum ağrılarınızı dindirdi, ama tetkikleriniz yapılacak. Ağrılarınızın nedeninin bulunması şart!

–        Hayır! Hayır! Ben eve gitmek zorundayım. Bir rüya gördüm. Benim için çok önemli.

–        Doktorlar henüz gelmediler. Onları beklemeniz gerekli.

–        Tamam, beklerim.

Saat ona doğru doktorum geldi:

–        Çıkmak istiyormuşsunuz. Sorumluluğu üzerinize almamız gerek.

–        Alırım doktor bey.

–        Peki, şurayı imzalayınız.

En çabuğundan eşyalarımı topladım. Taksi çağırdım. Kısa bir zaman sonra evimdeydim. Kapının tokmağına vurdum. Kızkardeşim, uykulu uykulu kim olduğumu sorunca:

–        Hülya, çabuk kapıyı aç ve posta kutusunun anahtarını ver ablam!

–        Abla! Sen iyi misin?

–        İyiyim! İyiyim! Anahtarı verir misin?

Acele ile posta kutusunu açtım. Bir mektup! Meraktan çatlarcasına açtım. Alman Eğitim Müdürlüğünden geliyordu. Okudukça ayaklarım yerden kesilecek, nefesim duracak gibi oluyordum. Evet! Evet! Rüyam gerçekti! Öğrencilerime, mesleğime kavuşacaktım. Beni göreve çağırıyorlardı. Yakında hangi okulda göreve başlayacağımı bildireceklerini yazıyorlardı. Beklemeye koyuldum.

Almancamı ilerletmek için Halk Okulları’nda kursa başlamıştım. İsim listesi okunurken bir beyefendi bana baktı:

–        Siz Şükran Yıldırım mısınız?

–        Evet.

–        Siz benim hanımın okulunda göreve başlatılmışsınız, sizi bekliyorlarmış?

–        Nasıl? Ben neden bilmiyorum?

–        Konsoloslukta bir hanım var. Onun size bildirmesi gerek. Mektup gelmedi mi?

–        Hayır!

–        Kurstan sonra bize gidelim. Eşimle tanıştırayım. O size gerekli bilgileri versin.

Gül Öğretmen ile tanıştık. Ertesi gün okula gittim. Gerçekten bekleniyordum. 1972’de işçi olarak geldiğim Almanya’da, 1976’nın Ekim ayında Holzgarten İlkolulu’nda göreve başladım (birden altıya kadar sı nıfları olan ilkokul). Okulun bodrum katındaki bir odayı dershane olarak açmışlardı. Sınıfımda 55 öğrencim vardı. Sıraların arasından zorlukla geçiyordum. Yazı tahtamız üç kanatlı, o zamana kadar görmediğim tepegöz vardı bir de. Kısa zamanda sınıfıma Atatürk köşesi, mevsim şeridi, tarih şeridi hazırlayıp astım. İçimde söze ve yazıya dökemiyeceğim bir aşk vardı. Bu öğrencilerim ileride birer doktor, mühendis, öğretmen, avukat olmalıydılar. Çok çalışmalıydım. Kısa sürede Alman arkadaşlarımın yardımını aldım. Tahtada onlar gibi yazmayı öğrendim. Alman el-yazısı ile benim öğrendiğim el-yazısı başkaydı. Ders hazırlıkları için ayrıca çalışma malzemelerinin olduğu bir oda vardı. O zamanlar teksir yaparak nasıl çalışılır  onu da bilmiyordum. Ülkemde her çalışmayı ellerimle hazırlardım. Burada olanakların çeşitli olduğunu öğrendim. Ders kitaplarını devlet veriyordu. Veliler okul ihtiyaçlarını karşılıyorlardı. Her ders için ayrı defter alınıyor, resim, müzik, spor dersleri es geçilmiyordu. Okulumuzun iki adet spor salonu vardı. Ne yalan söyleyeyim, kendimi her konuda yetiştirmem gerekli olduğuna inanmıştım ve saatlerce ders kitaplarını inceliyordum. İnceledikçe farklarını görüyordum. Özellikle de matematik derslerinde farklılıklar vardı.

Okul sistemini öğrendim. Bu yavrular 4.cü sınıftan sonra başarılı olurlarsa liseye ayrılabilecekler, oradan da üniversiteye gidebileceklerdi. Bu şu demekti benim için: Almanca’yı çok iyi öğrenmeliler, parelel Alman sınıflarının derslerinden geri kalmamalıydılar. Bana düşen görev şuydu: Almanca’da daha iyi olmalı, Alman meslektaşlarımla iyi geçinmeli, onlarla işbirliği içinde çalışarak Türk öğrencilerimin önünü açmalıydım. Gençtim, zerrelerimden enerji fışkırıyordu. En önemlisi içimde müthiş bir başarma hissi vardı. Bu öğrencilerimin her birini önemli mevkilerde görüyordum. Onlar bizim geleceğimizdi. O yıllarda velilerimiz de çok istekliydiler. Çocuklarını sağlam ellerde görmekten mutluydular; “Eti senin, kemiği bizim Hocam” diyenler az değildi. “Öyle şey olur mu? Onlar bizim geleceğimiz. Her biri birer cevher. Birlikte ellerinden tutalım. Onlara yardımcı olalım. Benim hatalarım olursa lütfen bana gelip söyleyiniz. Kendimi düzeltmeye hazırım. Hatasız kul olmaz.” diyordum.

Durmadan çalışıyor, Türkiye’den kaynak kitaplar getirtiyor, öğrencilerimi en verimli bir şekilde yetiştirmek için öğleden sonraları fazladan okulda kalıyordum. Milli Bayramlarımızı okulca kutladık. Dershanelerimizi Türkiye’mizdeki gibi süsledik. İmkânlar daha çok olduğu için çiçekler gibi yapmıştık her birini. Camlara astığımız bayraklar, kedi merdivenleri, fenerler, süsler dışarıdan görülüyordu. Atatürk’ümüzün sağına ve soluna bayraklar asmıştık. Bir tarafına Türk, diğer tarafına Alman Bayrağı. O zamanlar Alman Bayrağı bulmak oldukça zordu. Okullarda bayrak yoktu. Hitler ile başlarına gelenlerden dolayı anlaşılmaz bir korku yaşanıyordu sanki. Atatürk resmimizi görünce karşı çıkanlar olmuştu. Mustafa Kemal Atatürk’ün kim olduğunu anlattıkça; o eşi olmayan önderimize hayranlık duyuyorlardı. “Bayrak, bir milletin sembolüdür, ona sahip çıkmalıdır.” diyor, onların da bayraklarına gereken önemi vermeleri gerektiğini izaha çalışıyordum. Bayramlarımızda, Alman öğrenci ve öğretmenlerimizi her zaman devet ediyor, onlara kendi kültürümüzü göstererek karşılıklı entegre olmaya çalışıyorduk. Tek istediğim; öğrencilerimin hem kendine hem de diğer kültürlere saygılı bireyler olarak yetişmeleri, Alman okul sisteminde başarılı  olarak ileride üst düzeylere gelmeleri idi. Bana göre yetişmiş gençler aydın olacak, hem içinde yaşadığı toplum hem de ailelerinin geldiği ülke ile barışık olarak yaşayacak, böylece insanlık adına güzel işler yapacaklarıdı ileride. Her birinin; Türk gibi Türkçe, Alman gibi Almanca öğrenmeleri olmazsa olmazlardandı.

Bütün bunlar bana yetmiyordu. Sene sonu için Sınıf Gecesi düzenledim. Öğleden sonraları uzunca okulda kalıyor, öğrencilerimi yetiştiriyordum. Davetiyeleri öğrencilerimle birlikte yazdık. Öyle bir gece ki; monolog, şiirler, koro, halk oyunları, kısa kısa skeçler, rontlar… Spor salonu tıklım tıklım doldu. Alman görevliler, okul müdürümüz, öğretmenler, veliler. Heyecan, sevinç doruk safhadaydı. İkinci kızıma hamileydim aynı zamanda…

Öğretim yılının son ayında teftiş edileceğime ait mektup aldım. Eğitim Müfettişi beni teftiş etmeye gelecekti. Teftişim iyi geçerse; gelecek sene için anlaşmam yenilenecekti. Alman arkadaşlarımdan gerekli bilgileri aldım. Onların desteğini alarak derslerimin hazırlığını yaptım. Öğrencilerimin başarısı herşeyden önemliydi. Yaşadıkları ülkenin eğitim–öğretim sistemine uygun yetiştirilmeliydiler. Aynı zamanda atalarının geldiği ülkeyi, onların adet ve göreneklerini unutmamalılardı. İçinde yaşadıkları ülkenin değerlerine saygılı, başka dinlere höşgörülü yetişmeliydiler. Her iki kültürün de artılarını alabilmeli, eksileri terketme becerisini kazanmalıydılar. Kısaca; kültürler  arasında köprü kurabilecek şahsiyetler olmalıydılar. Onlar; Yunus Emreler, Hacı Bektaş-ı Veliler, Mevlânalar, Mustafa Kemaller olmalıydılar. “Yurta sulh, cihanda sulh…” bilinciyle büyümeliler, erdemli insanlar olmalıydılar.

Teftiş günü gelip çattı. Rahmetli Bay Kötner, rehber öğretmen Bayan Ursula Schibat Ulay ile birlikte geldiler. Dershanenin arka tarafında hazırladığım masaya oturdular. Öğrencilerimiz hep birlikte ” Sınıfımıza hoş geldiniz!” diyerek birer demet çiçek hediye ettiler. Müfettişimiz teşekkür edip, memnuniyetini bildirdi ve biz yumuşak bir şekilde derse başladık. Öğrencilerim cıvıl cıvıldı. Dershanenin arka tarafınde birilerinin olduğunu unutmuştuk. Kendimizden geçmiştik konumuzu işlerken. Bir ara:

–        Öğretmenim! Öğretmenim!

Dershanenin arka tarafında, kapının yanına yakın oturan öğrencimdi seslenen.

–        Buyur ne var canım?

–        Kapı çalıyor öğretmenim.

–        Açar mısın lütfen?

Genç bir kız beni, elleriyle “Gelin!” dercesine dışarıya çağırıyordu. Dersi bıraktım, sıraların arasından gen. Kızın  yanına gittim. Bana:

–        Kapıyı kapatır mısınız Hocahanım? Size bildirmek istediğim bir haber var. Sınıftakiler duymasın. Ülkü de şimdilik anlamasın.

–        Ne oldu? Hemen söyler misiniz? Müfettiş var. Dersimizi ve öğrencilerimizi izlemeye geldiler.

–        Hocahanım, Ülkü’nün annesi öldü. Onu almaya geldim.

–        Neeee? Tamam, tamam. Ya nasıl olur? Gencecik, fidan gibi bir hanımdı.

–        Şimdilik kesin bir bilgimiz yok.

Ne yapacağımı şaşırdım. Çalışkan, akıllı, sessiz, derslerinde başarılı Ülkü’m, artık annesizdi. Elim, kolum-kanadım kırılmıştı. Bu halde ders yapamazdım. Mümkün değildi. O güzeller güzeli hanımefendi anne ölmüş ve bu yavrucak annesiz kalmıştı. Doğru müfettişimizin masasına gittim. Bir sandalye çektim, zorla oturdum. Hüngür hüngür ağlamaya başladım.

–        Bayan Yıldırım, ne oldu? Neden ağlıyorsunuz? O öğrencinizi neden gönderdiniz?

Ağlamayı kesemiyordum. Konuşamıyordum. Aklım almıyordu olana. Henüz genç bir anne olmamın etkisiydi belki. Kendimi zorla toparlayıp; gözlerimi, akan burnumu sildikten sonra yavaşça, diğer öğrencilerimin duymaması için;

–        Ülkü’nün annesi ölmüş, Şimdi ben nasıl ders yapabilirm? Lütfen beni anlayınız. Onlar benim öz evladım gibi. Daha geçen hafta konuşmuştum o anneyle. Aklım başımdan çıktı! Başka zaman yine geliniz. Bugün devam edemiyeceğim.

–        Sakin olun, üzülmeyin. Benim gördüklerim yeter. Bir daha gelmeme gerek yok. Öğretmen dediğimiz böyle olmalı.

Ellerine sarıldım Bay Kötner’in. İkinci Dünya Harbi’nde bir kolunu kaybeden gazilerdendi. O da bana sarıldı. Onları uğurlarken, öğrencilerim meraklı gözlerle beni süzüyorlardı. Sınıfta çıt yoktu. Bense bir türlü ağlamayı kesemiyordum. Bu incecik, nazik, sevecen Ülküm, nasıl annesiz yaşayabilecekti?..

İnsan herşeye alışıyor. Yaşam devam ediyor. Seneler geçti, ben ne o günü ne de o eşi ender bulunan Alman müfettişim Bay Kötner’i hiç ama hiç unutmadım. Ne o  Hastanede kurban giden talihsiz anneyi, ne de geride kalan Ülkü’mü zihnimden, bilinçaltımdan silemedim. Silmek de istediğim yok zaten…

Teftiş raporum mu? Beni oldukça öven, çalışma iznimi uzatan nitelikte başarılı bir teftiş raporu aldım. Daha sonraki ylllarda Bay Kötner ile çalışmalarımız esnasında, o rahmetlinin ne yüce biri olduğunu daha iyi anladım. Din Dersleri ile ilgili bir soruma:

–         Bayan Yıldırım, bu dünyada çeşit çeşit dinler var. İnsanlığın kurtuluşu tek bir inanca bağlı. O da şu: Herkes bağlı bulunduğu dine en iyi şekilde sarılmalı ve insanlığa zarar verecek uygulamalardan kaçınmalı. Din kavgaları değil midir birçok savaşları doğuran, insanı insana kırdıran? Siz,  bizlerin gözünde örnek bir Türk Öğretmenisiniz. Hep böyle olunuz. Okul müdüründen, öğretmenlerine, öğrencilerine, velilerine kadar seviliyorsunuz.

Övülmek beni utandırır; teşekkür ettim, başımı önüme eğdim. Diğer taraftan anlaşılmış olmaktan tanımsız bir huzur yaşıyordum iliklerimde.

Ruhu; sevinçli, huzurlu, mekânı cennet olsun. Babacan Bay Kötner’i, o yürek insanını unutmam mümkün mü?

                                                                                                                                                                                                                                                                                                               Şükran GÜNAY

Related Posts

Tags

Share This

Leave a Reply