KÜÇÜK KIZ
KÜÇÜK KIZ
Kan kardeşine gideceklerdi. Ailece aklandılar paklandılar. En güzel giysilerini giydiler. Evlerinin tahta bahçe kapısından çıkarken:
«Hediyeni aldın mı yavrum?»
«Evet, aldım babacığım.»
Gündoğdu sokağını boydan boya yürüdüler. Sığır önü denilen (hayvanların bir araya toplu halde getirildikleri ve otlanmaya götürüldükleri toplanma yeri) meydanlığa geldiler. Bahar yağmurlarıyla küçük çay beslenmiş, gürül gürül akıyordu. Köprüden karşı tarafa geçtiler. Ara mahallelerden geçerek İstasyon Mahallesi’ne geldiler. Küçük kızın kalbi heyecandan hızlı hızlı atıyordu. “Evleri nasıldır acaba?” diyordu içinden. Tren yolunu geçtiler, kan kardeşinin evini aramaya başladılar.
«Babam! Bu evler çok büyük! Bizim eve benzemiyor!»
«Bunlar zengin evleri kızım.»
«Zenginlerin evleri hep iki katlı, büyük ve bahçeli mi?»
«Daha da büyükleri var yavrum. Burası zengin mahallesi. Nasıl kan kardeş oldunuz?»
«Öğretmenimiz önerdi. “Derslerinizde birbirinize yardımcı olursunuz.” dedi.»
Sustu baba, anladı. Kızının derslerinin çok iyi olduğunu biliyordu. “Olsa olsa zengin aile ile fakir aile çocuklarının arasında yakınlık sağlamak istiyor öğretmen.” diye düşündü.
«Anne! Geldik! Ne güzel ev! A! Bizim eve hiç benzemiyor. Kocaman! Bahçesi bizimkisi gibi ama, çok büyük. Ne güzel! Tülay’la bahçede oynayabiliriz.»
«Evet, haklısın Melek! Bu evler başka kardeşim!»
Sesleri duyan ev halkı üst kattan:
«Hoş geldiniz! Buyurun, buyurun!»
Tahta kapıyı açmak kolaydı. Bu evin kapısı demirden diye düşündü Melek.
«Kapıyı nasıl açacaksın baba?»
«Şu demir kolu aşağıya indireceğim yavrum.»
Okulun kapısı da demirdendi, ama Melek hiç açmak zorunda kalmamıştı ki! Sabahları okul kapısı hep açıktı. Öğrenciler açık kapıdan okul bahçesine geçiyorlardı.
Merdivenden çıktılar. Ayakkabılarını dışarıda çıkarıp sırayla içeri girdiler. Herkese birer terlik koyulmuştu. Melek kendi ayağına uygun olanı giydi. Heyecandan dili tutulmuş gibiydi. Koskocaman bir odada buldu kendisini. Burasının salon olduğunu bilmiyordu. Büyükler hoş geldiniz faslındayken arkadaşı Tülay, Melek’le ilgilendi. Birbirlerine sarıldılar.
Melek, durduğu yerden sessizce salonu inceliyordu. Dikdörtgen şeklinde, genişçe bir odaydı burası. Duvarlarını tablolar süslüyordu. Bahçeye bakan kısmında büyük bir yemek masası, üstünde herkese birer tabak vardı. Bir de birer bardak. Peçete olduğunu sonradan öğrendiği küçük mendiller bembeyazdı. Evlerinde ise yer sofrası kurulur, tepsinin etrafında toplanır ve ortadaki tek tabaktan yerlerdi. Ellerini silmek zorunda kalsalar; sofra bezinin kenarlarını peçete yerine kullanırlardı. Masanın üstüne serdikleri bembeyaz örtünün etekleri kırmızı güllerle işlenmişti. Ninesinin bahçesindeki has güller gibi bakıyorlardı her biri Melek’e. Yemek masasının yan duvarındaki aynalı dolaba takıldı gözleri. Büyüsüne kapılıp kaldı. Evlerinde, duvarda asılı küçücük aynaları geldi aklına. Gülümsedi. Salondan odalara açılan kapılar kapalıydı. Salonun diğer köşesi ise evlerinde olmayan oturaklarla doldurulmuştu.
Arkadaşı:
«Buyurun, koltuklara oturun.» dediğinde badem yeşili oturakların koltuk olduğunu öğrenmişti. Onların evinde sedir ve yer minderleri vardı. Melek üçlü koltuğa oturan annesiyle babasının yanına oturdu. Büyükler karşılıklı sohbet yaptılar. Hatırlarını sordular.
Melek;
«Tülay, ellerimi nerede yıkayabilirim?»
«Gel Melek.»
Tülay’ı takip etti. Salondaki kapılardan birini açtılar. İç kısımda bir kapıyı daha açtılar ki orada çeşmeyi gördü. Yan tarafta havlular asılıydı. Ellerini, ağzını yıkarken düşüncelere daldı Melek. Onların evinde çeşme yoktu. Bahçelerinde bir tulumba vardı. Her türlü ihtiyaçlarını bu tulumba ile karşılıyorlardı. İçme suyunu şadırvandan getirirlerdi. Annesi büyük testiyi alır, küçük testiyi de Melek’e verirdi. Birkaç kadın, birkaç genç kız giderlerdi şadırvana su doldurmak için. Tülay’ın sesiyle kendine geldi. Sonra yemek masasına geçtiler. Masada nasıl yemek yenecekti? Daha önce hiç masada yememişti. Tabaklar, çatallar, kaşıklar, bardaklar üstüne üstüne gelir gibiydi. Annesine, babasına, ağabeyine baktı. Hepsi beklemedeydiler. Akıllı davranmalıydı. Uslu uslu bekledi.
«Çorba alır mısınız?»
«Ne çorbası?»
«Tarhana.»
«O! Biz çok severiz. Her sabah annem tarhana çorbası pişirir.»
«Biz sabahları çay içiyoruz. Çorbayı da yemeklerde içeriz.»
Önce çorba, arkasından sebze, derken etli yemekler yendi. Tatlı faslında, Meleklerin getirdiği, annesinin el emeği kalburabastıyı herkes çok beğendi. Yemek sonrası Allah bereket versin diyerek şükür duası yapıldı. Sıra ile eller yıkandı, ağızlar temizlendi.
«Melek, Bahçede oynayalım mı?»
«Babamlar?»
«Onlar sohbet ediyorlar.»
Melek arkadaşı Tülay’a bahçeye oynamaya indiklerinde:
«Eviniz çok büyük. Bahçeniz bizim bahçemize benziyor. Çiçekler, meyveler, sebzeler. Oturaklarınız ne güzel! Hem de çok büyükler.»
«Koltuklarımız mı?»
«Onların adının koltuk olduğunu bilmiyordum. Hem ilk defa koltuk gördüm. Yemekten önce demiştin. Unutuvermişim. Oturak dersem sen beni anlarsın değil mi?»
«Tabi canım.»
«Çok hoşuma gitti. Yerde oturmuyorsunuz.»
«Sizin yok mu?»
«Hayır, ama bahçemiz çok büyük. Çeşit çeşit çiçeklerimiz, sebzelerimiz, meyvelerimiz var. Hem oynar hem de istediğimizden toplar yeriz. Oturmak için bizim sedirlerimiz var. Yerde hasırın üstüne koyduğumuz yer minderlerimiz, duvara dayandırdığımız yastıklarımız bir de. Gelince görürsün.»
«Harika! Bak! bizim bahçemizde de her şey bol. Canın ne isterse koparabilirsin. Sen benim kan kardeşimsin. Derslerimde bana yardımcı oluyorsun. Seni çok seviyorum.»
«Ben de!»
Kucaklaştılar sıkıca, en saf duygularla söz verdiler birbirlerine. Ölünceye kadar ayrılmayacaklardı.
«Senin çalışma masan var.»
«Senin yok mu Melek?»
«Bizim yemek masamız da yok. Yer sofrasında yiyoruz. Siz de bize geleceksiniz
değil mi?
«Tabi. Sizin bahçede oynayabilecek miyiz?»
«Hem de nasıl? Evcilik oynarız. Hanımeli çiçeğimizden taç, annemin beyaz tülbentini duvak yaparız. Benim çöpten yaptığım bebeklerimle de oynarız. Nar, ayva, üzüm yeriz.»
İkindi vakti yaklaşmıştı. Aileler vedalaştılar. Çocuklar sözleştiler. Merdivenlerden sokak kapısına indiler. Melek düşünceliydi. Gördükleri ne kadar da faklıydı bildiklerinden. Yepyeni şeyler öğrenmişti. Evin giriş kapısı, ön ve arka taraftaki üst kata çıkan merdivenler, mutfak, balkonlar, yemek masası, koltuklar, perdeler, divanlar, tablolar, evin içindeki çeşmeler… İlk defa böylesi farklı bir ev görmüştü.
Evin yolunu tutmuşlardı. Babası Melek’in iç alemini anlamış mıydı ne?
«Melek’im, sen okuyup büyüyünce senin bu evden daha güzel evin olacak.»
Sıkıca sarıldı babacığına. Annesi yaklaştı yanına. Okşadı saçlarından. O da sarıldı anneciğine. Önden önden giden ağabeyine baktı. Sonra söz verdi sessizce içinden:
“Babam! Okuyup para kazanacağım. Sana, anneme büyük bir ev alacağım. İçini bu ev gibi güzel yapacağım.” .
Aylar, yıllar nasıl da gelip geçiverdi. O küçük kız, yılların kahrını sırtına yüklenmiş, saçlarına aklar düşmüş, yüzüne anılardan çizikler; balkonda yapayalnız oturuyor, denizin masmavi engin sularına bakarak düşlere dalıyordu. Babasının sesi çınladı kulağında, annesinin memnun bakışlarla kendisini süzen hayali canlandı gözlerinde. Aralarında geçen konuşmayı hatırladı.
Babası:
«Yavrum! Melek’im! Sen bizi sarayda yaşattın. Hakkını helal et yavrum!»
«Ne hakkı babam! Sen helal et! Sen de annem! Beni büyüten, besleyen sizsiniz. Siz benim en büyük hazinemsiniz. Yaradan izin verdi, elimden geleni yapmaya çalıştım.»
«Yok! Öyle deme yavrum! Biz senin sayende rahat ettik, ev kirasından kurtulduk. Asıl sen hakkını helal et.»
Üçü birbirine sarılmış, sevinç gözyaşları içinde karşılıklı helalleşmişlerdi…
Şükran GÜNAY’dan
Şükranca