KORKMA KIZIM SİLAHIMIZ VAR (1960’lı yıllarda, Aydın Kuşadası Yavansu mevkisindeki tütün tarlası anılarımdan.)
KORKMA KIZIM SİLAHIMIZ VAR
(1960’lı yıllarda, Aydın Kuşadası Yavansu mevkisindeki tütün tarlası anılarımdan.)
Elimizi ayağımızı yıkadık. Üstümüzü başımızı değiştirdik. Temiz kıyafetlerimizi giydik. Kıyafet derken, şalvarımızı, üzerine giydiğimiz gömleğimizi ve tabii iç çamaşırlarımızı demek istiyorum. Tütün kırarken giydiklerimizi sabahleyin yine giymek zorundaydık. Her gün tütünden simsiyah olan tütün kolalı giysilerimizi yıkamak ne mümkün? Ancak haftada bir gün çamaşır yıkanırdı. Zaten iki takımdan fazla giysimiz yoktu.
Akşam yemeğimizi yedikten sonra yatakları serdik. Kardeşlerim kısık fener ışığında kısa zamanda uyudular. Annem ve ben uykuya dalmak üzereyken uzaktan çardağımıza doğru yaklaşan ayak sesleri duyulmaya başladı:
«Anne, babam mı geliyor? Ayak sesleri var.»
«Hayır kızım, sus, sessiz ol. Baban bu gece gelemiyecek. Bütün gün çalıştı. Çok yorgundur. Hem gelseydi akşam olmadan gelirdi. Gecenin bu saatinde hiç gelir mi?Sabahleyin erkenden gelir inşallah.»
«Bu gelen kim ki?»
«Sus! Sus! Sessiz ol.»
Ayak sesleri yaklaştıkça korkum artıyor anneme daha sıkı sarılıyordum. Kendi kendine konuşa konuşa çardağımıza yaklaşan adamın sarhoş biri olduğunu anlamıştık. Kız kardeşim Hülya, oğlan kardeşim Yaşar mışıl mışıl uyuyordu. Benim sol yanım patlayacak gibi hızlı hızlı atmaya başladı. Ben korktukça annem:
«Korkma. Sessiz ol. Şarhoşun biri yolunu şaşırmış yavrum.» diyordu. Ayak sesleri gittikçe yaklaştı. Belli ki bu sarhoş bizi rahatsız etmeye geliyordu. Korkudan sadece susuyor, annem ne derse onun dediğini yapıyordum.
«Geleceği varsa göreceği de var! Biraz daha yaklaşırsa ben ona ne yapacağımı biliyorum! Utanmaz!» diye bağıra bağıra konuşmaya başladı annem. Ayak sesleri gittikçe yaklaşıyor, annem bana ben ona daha sıkıca sarılıyorduk. Ne yapacaktı annem? Ya bu adam içeri girerse? Küçücük beynimde çeşit çeşit senaryolar üretiyordum. Ortaokul ikinci sınıf bitmiş, üçüncü sınıfa geçmiştim. Babam Germencik’teki evimizi satmış o parayla tütüncülük yapmaya başlamıştı. İlk senesinde tütünleri iyi satamadık. Çok düşük bir fiyat biçtiler eksperler. Babamın deyimiyle ‘altın gibi sapsarı ‘ tütünlerimizi yok pahasına aldılar. Ertesi sene babamı arkadaşları yine cesaretlendirdiler:
«Bu yıl bu tarlayı kirala. Yukarıdaki tarladan burası daha verimli. Bu defa kazanırsın.» diyerek onu ikna ettiler. O yılların Adalıları saf, temiz insanlardı. İyi niyetli idiler. Umutları vardı dolu dolu. Onları nasıl bir gelecek bekliyor bilmiyorlardı. Babamın tütünden kazanmasını canı gönülden istiyorlardı. O insanları bügünlerde cımbızla arar olduk desek, yalan mı olur bilmem. Bildiğim tek şey Kuşadası’nı ve insanlarını bizim aile çok sevdi. Onlar da bizi.
Babam, gündüzleri Kuşadası’nda fıstık satıyor, akşamları bizim yanımıza çardağa geliyordu. O zamanlarda Yavansu’ya yürüyerek giderdik. Gün doğmadan yola çıkar, sabahın serinliğinde tarlada olurduk. Tütün dikimi ve zamanı geldiğinde tütünlerin çapası bitince, tütünler kırılmaya başladığında çardaklara göçerdik.
Çardak nedir bilir misiniz? Nasıl yapılırdı tam olarak bilmiyorum. Bildiğim kadarıyla otlardan örülmüş, üstü kapalı, kapısı kilidi olmayan, kapı denen yere bir çarşaf ya da örtü asılan bir odacık. Çardak denen odacıkların normal bir evle hiç benzerliği yoktu. Çardağın ön tarafında sağ veya sol tarafında bir yer kapı kadar açık bırakılır, kapıya bir bez perde asılırdı. İç bölümde ise bir köşeye yatak, yorgan, yastık, minderler yığılır, bir köşesine giysiler bohçalanmış bir şekilde yerleştirilirdi. Akşam olunca yataklar serilir, çoluk çocuk aynı çardakta (odada) yatardı.
Çardağın önüne geçici toprak bir ocak yapılır, anneler her türlü yemeklerini o ocakta pişirirdi. Ellerimizde simsiyah ve zehir gibi tütün kokusu ve kat kat birikmiş zift gibi yapışkan ve yıkamayla kolay kolay çıkmayan tütün kolası olurdu. Ne olursa olsun o günler çok güzeldi. Sofraya ne konmuşsa şükrederek ve severek yenirdi. Besmelesiz, elleri yıkamadan sofraya oturulmazdı. Sözün kısası üstümüz başımız, ellerimiz simsiyah ve yapışkan olsa da yediklerimizin tadına doyum olmazdı. Sudan başka bir içecek de bilmezdik. Aydınlanma için fenerlerimiz vardı. Bu fenerleri geceleri tütün kırarken de kullanırdık. Çardaklar sadece tütün zamanı için inşa edilirdi. Tütün işi bittiğinde mal sahibi, çardakların yapımında kullandıkları kapakları, direkleri, bağlantıları gelecek sene için damlarında saklardı.
İşte böylesi bir çardakta böylesi korkulu bir gecenin benim çocuk ruhumda nasıl derin ve unutulması zor bir korkunun izlerini bıraktığını anlayabilenler olur inancındayım. İnanın bu yaşta, bir ayağım çukurda olmasına rağmen, gece yarısı bir ses duyduğumda hemen irkilirim. Tabii ki hemen toparlanır kendime gelirim yine. Oldum olası şarhoş adını duyar duymaz o gece gelir aklıma. Yok yok! Hastalık derecesinde değil tabii. Ne var ki çocuklukta yaşanılan olumlu olumsuz anılar kolay kolay unutulmuyor. Sizce?
Şimdi o günlerin Yavansu bölgesini anlatmaya çalışayım:
Ikioklu’yu( İkioluklu) Kuşadalılar iyi bilir. Altın Sokaktaki evimizden çıkar, kahveleri geçer, Kadınlar Denizi yoluna doğru yürürdük. Kışlanın olduğu yere gelince yol ikiye ayrılır, biri Kadınlar Denizi’ne, diğer ise şimdiki otobüs garajına doğru yokuş aşağı inerdi. O yıllarda oralarda sadece bir iki bahçe damı vardı. Sağlı sollu tütün tarlaları, küçük bahçeler, yeşilin hakim olduğu, toprak kokan doğasıyla gözlerime nakşetmiş bir güzelliğin ortasından ta Söke’ye kadar devam eden, hoyrat insan ellerinin değmediği bir Kuşadası. Yol boyu tek tük arabaların görüldüğü, çoğunlukla insanların yaya tarlalarına gittiği yıllar. Ve sabahın alaca karanlığında gündelikçi olarak yola koyulan işçiler…
Bizim tütün tarlamız Yavansu’da idi. Ömer Tatil Köyünü Adalılar çok iyi bilir. Ömer Tatil Kampını geçtikten sonra tarihi iki çeşme vardı. Çeşmelerden akan suyun tadının iyi olmamasından dolayı YAVANSU denmiş o bölgeye. Biz, çeşmelerin bulunduğu yerin biraz ötesinde yolun sol tarafında olan patika yola sapardık. Bu yol üzerinden herkes kendi tarlasına giderdi. Bizler, masmavi gökyüzünün altında patika yolun sağında solunda gözün alabildiği yere kadar uzanan doğayı tüm renkleri ile görmüş olan şanslı bir kuşağız.
İşte o patika yol üzerinde birkaç tarlayı geçtikten sonra sağ tarafa Söke yönünde uzanan, dikdörtgen şeklinde olan tütün tarlası ve benim unutamadığım o korkunç gece!
Gece yarısı olduğu için komşu tütüncülerin bizi duyması mümkün değildi. Onların çardakları bizim çardaktan uzaktaydı. O yabancının adımları iyice yaklaştığında:
«Hadi g..ü bütünse bi yaklaşsın! Korkma kızım! Kendini bilen gecenin vaktinde buraya gelmez. Bunu yapan belli ki bizi tanımıyor. Bu silahla onu alnının tam ortasından vururum! Deyyus! Puşt! Hadi erkeksen gel bakalım! Geleceğin varsa göreceğin de var! Pezevenk!» diye bağıran anacığımın sesini şimdi bile duyuyorum. O ara kardeşlerim de uyandılar. Bizim yanımıza geldiler. Hepimiz birbirimize sarıldık. Ben sadece hayran hayran annemi izliyordum. Annem bir yandan hepimizi kucaklıyor, bir yandan da parmağıyla susun işeretini yaparak, bağıra bağıra konuşuyordu. Nasıl bir ses ve nasıl bir cesaret? Bir yandan evlatlarını anaç tavuk gibi kanatlarının altına alırcasına sarılan bu ana, bir yandan da olmayan bir silahın varlığından bahsederek neredeyse çardağımıza çullanacak sarhoşa meydan okuyordu. Olacak gibi değil der insan, ama oldu. İnanıyorum ki vicdanımdan başka hiç bir şeyden korkmayışımda bu Türk anasının yüreğime kazıdığı cesaretin rolü çok büyüktü.
O anı nasıl anlatabilirim ki?!. Olmayan silahın sesini duymuş gibi olan o zavallı sarhoş, nasıl bir korku yaşadıysa neredeyse içeriye gireceği çardağımızdan koşar adımlarla uzaklaştı. Kaçarken tökezlemişti sanki ”Ah! Ayağım!” diye canı yandığını duyduğumuzda «Oh olsun! ırz namus düşmanı, pis herif!» diyordu benim yürekli anam. Kimdi, kimin nesiydi bilmedik, bilemedik.
Babam, o geceden sonra yorgun argın olsa da mutlaka bizim yanımıza geldi. Bütün gün bir kolunda iki bölmeli camekânı diğerinde sehbasını taşıyarak fıstık satan babacığım, akşamları çardakta, çocuklarının ve eşinin yanında sabahladı. Sabahın seherinde o Kuşadası’na doğru yol alırken, annem ve ben tütün kırmaya başlardık.
Yaşamın koynunda zorlandığım, korktuğum anlarda o korkusuz, yürekli, Anadolu kadını anam gelir aklıma; toparlanırım…
Şükran GÜNAY’dan
Şükranca