HİKMETLERE TUTUNDUM GÜVERCİNLERİ YUVADAN UÇURDUM “Yuvayı iki kuş yapar.” Şükran Günay
HİKMETLERE TUTUNDUM
GÜVERCİNLERİ YUVADAN UÇURDUM
“Yuvayı iki kuş yapar. “Şükran Günay
Ne yaptımsa başaramadım. Güvercinler bıkmadan usanmadan balkonuma geliyor, bin bir zahmetle büyütmeye çalıştığım çiçeklerimin dallarını budaklarını kırıyorlardı. Sabah akşam kovalamak zorunda kalıyordum. Kovalarken; yüreğim için için yanıyor, bağrımın ortasına doğru ateşi yayılıyor, göğsümün sıkıştığını hissediyordum.
Kovalamasam bir türlü, kovalasam bin türlü. Kovalamasam balkonumu dışkıları ile dolduracaklardı. Düzenli temizleyerek bu sorunu çözebilirdim, ama asıl sorun çiçeklerime verdikleri zarardı. Uslu uslu bir yerde otursalar, aşna fişne etseler hiç de rahatsız olmayacaktım. Kasımpatlarım, begonyalarım, maydanoz, nane, kırmızı biber, süs biber ve kuzukulaklarım kırgın kırgın bakıyorlardı. Kovalasam; vicdansızlığımın karşılığını kim bilir hangi köşelerden, nice bilinmez ellerden binlerce katıyla geri alacaktım. Ektiğimi biçeceğimi biliyordum.
Güneş, nurdan saçlarını balkonuma uzatmıştı. Fırsat bu fırsat diyerek çiçeklerimi sevmek, onlarla dertleşmek istedim. Balkon kapısını açar açmaz bizimkiler ‘pır!’ uçtular, karşı evin çatısına kondular. Dans edercesine dönüşleri, birbirlerine yaklaşıp uzaklaşmaları içimi ferahlattı. Ömrümün son demlerinde taksitle kaliteli bir fotoğraf makinası alabilmiştim. Koşarak çalışma odama gittim, makinamı aldım, izlemeye başladım. İnan, şaşırdım kaldım. Uzağı göremediğim için karşı çatılarda olanları tam görememişim. Şu teknolojiye nasıl hayran olmazsın? Ne güzel! Tüm detaylarıyla izleyebiliyordum. Vay çapkınlar vay!
Erkek güvercinler dişilerin peşinde koşuyor, çeşitli kurlarla onlara yaklaşmaya çalışıyorlardı. Köyden kente nerelere gitmedim ki? Kimler gelmedi ki gözlerimin önüne? Aşk peşinde koşan kızımız oğlumuz, kadınımız erkeğimiz. Açıkçası hepimiz… “Başkasına zarar vermeden sevmek sevilmek ve bunu yaşamın her kesiminde gerçekleştirmek varken; bir de yaptıklarımıza dönüp bakabilsek, vicdanımızı teraziye koyabilsek…”diye düşünürken gözlerim daha uzaktaki çatıya takıldı:
A! Sadece iki güvercin. Tanrım! Kimseler umurlarında değil. Birbirlerine kur yapıyorlar. Önce gagalarıyla öpüşüyorlar, sonra birbirlerinin etrafında Kafkas halayı çekercesine dönüyorlar, yan yana gelerek ufku seyre dalıyorlar, sevdalı nazarlarla bakışıyorlar, kısacası tam anlamıyla aşklarını yaşıyorlardı. Doğada nice güzellikler ve hikmetler var. Bunları yakalayacak zaman ve imkânlar veren Yaradan’ıma şükürler olsun. Güvercinlerin aşkını hem seyrettim, hem resimlerini çektim. O sahneleri görsen çok beğeneceksin. Hepsini baştan sona düzenleyerek Genel-Ağ (İnternet) ortamında kısa videolar olarak paylaştım. Lütfen izle, olur mu? https://www.youtube.com/feed/my_videos
Bilmem bilir misin? Egelilerin mutfağından ot yemekleri eksik olmaz. Hafta sonu Nürnberg/Dutzendteich bölgesinden hardal, dalgan topladık. Arkadaşım Hilmiye onları Ege usulü pişirdi, bana getirdi. Birlikte şapur şupur yedik. Almanya’da ot bulmak, hele de şehirlerde ne mümkün? Bulsan da kedi köpek uğramıştır diye toplayamazsın. Kesinlikle şehir dışına çıkmalısın. Günlük güneşlik havanın gelmesini beklemekse bir başka sıkıntı…
Çiçeğe durmuş hardallardan birini köklemiş eve getirmiştim. Saksının içine diktim. Ona bakınca ot topladığımız tarlalara gidiyordum ışık hızıyla. Anında doğada geçen çocukluğum, yıldırım hızıyla beynimin gizemli odalarında canlanıyordu. Şu insan beyni nasıl yaratılmış hiç araştırdın mı? Bir kök hardalın yaptıklarını görüyor musun? Çocukluğumu üç boyutlu film halinde gözlerimin önüne getiriyordu. Dolanıyordum benliğimle yemyeşil doğada. Turp, arapsaçı, ebegümeci, gelincik, hardal, gündöndü, iğnelik, yaban soğanı, yaban sarımsağı ve çeşit çeşit rengârenk açmış kır çiçekleri… Etrafımda uçuşan, doğadan bezenmiş renk ve desenleriyle kelebekler, su birikintilerinden zıplayan irili ufaklı kurbağalar, arada oradan oraya sıçrayan çekirgeler… Sözün kısası çocuk oluyordum hardallı saksıyı görür görmez. Duygularımdan kanatlarla canım ülkeme uçuyordum. Hurdasız hilesiz, tertemiz küçük kız saflığımla… Anlıyorsun değil mi?
Okul hazırlıklarım için çalışma odama girdim. Balkondan “Gruuu! Gruuu!” sesler geliyordu. Dikkatim dağıldı. Çalışamadım. Benimkiler yine gelmişlerdi. Kovalamak için balkon kapısına yaklaştım. Cam kapıdan önce dışarıyı gözledim. Ne göreyim? Hardallı saksıda buluşmuşlar! Güya hardalın arkasına gizlenmişler, kuyrukları dışarıda, oynaşıyorlardı. Allah’ım bu ne güzellik! Bitkinin koyu yapraklarının arkasında aşklarını yaşıyorlardı. “Yine mi siz!” diyecekken sustum. Sessizce ve çok dikkatlice, onları rahatsız etmemeye özen göstererek kapıyı açtım. Ne kadar da hassaslar! Hareket eden kuyruklar sus pus oldular. Öylece kaldılar. Tetikte bekliyordu ikisi de. ‘Kış!’ desem hemen uçacaklardı. “Artık buna dayanamam!” dedim ve ne olursa olsun onlara müdahale etmeme kararı aldım. İçimde kopan fırtınayı anlamışlar mıydı? Görünmez bir güç kulağıma fısıldar gibiydi: “Korkma! Bu garipler, bırak sığındıkları yerde kalsınlar. Yuvalarını kursunlar. “Nefesim daralırcasına oracıkta kaldım. “Yuva yıkanın yuvası yıkılır.” atasözü geldi aklıma. Kararımın doğru olduğuna yeniden inandırdım kendimi. Kaçmadılar. Tetikte oldukları, ‘süt dökmüş kedi’ misali hallerinden belliydi.
Bir ara balkona baktım, gitmişlerdi. Birinden vazgeçmek zorundaydım. Ya hardal ya da güvercinlere yuva yatağı! Onlara yer açmak için hardalı söktüm, attım. Çok geçmedi, geldiler. Gurlamalarından anladım. Balkonun kapısını kedi sessizliğiyle açtım. Aman! Prensler prensesler gibi kurulmuşlar saksının içine. Uslu dursalar bari diye düşündüm içimden. Daldım gittim bir yerlere… Benim sessiz kalışım onlara cesaret vermiş olmalı ki sevişmeye başladılar. Erkek güvercin eşine yer açıyor, saksının kenarlarında durmaya çalışıyordu. Dişisini gagasından, sağından solundan yokluyor, ona bir şeyler fısıldıyordu. Birbirlerini delice sevdikleri, arzu ettikleri hallerinden belliydi. Onların varlığından mutluydum. Çiçeklerim de benim gibi miydiler? Beni bağışlamışlar mıydı? Hardalı söküp attığımda kim bilir ne kadar canları yanmıştı.
Karşıya uçtukları anı fırsat bilerek evde bulundurduğum aşurelik yarmaları saksının içine döktüm. Baktım ki severek yiyorlar, olmadıkları zamanlarda saksının içine koymaya devam ettim. Biliyordum, yumurtlama zamanıydı. Geçen sene oğlum, sonra da komşum güvercinlerin yumurtalarını içleri sızlamadan fırlatıp atmışlardı. Çok ağlamıştım. Komşum ve oğlum açıklamaları ile beni sakinleştirmişlerdi ama, sen gel de benim yüreğimdeki sancıya sor! Vicdan azabından kurtulmanın, af dilemenin tam zamanıydı. Kanunlar ne derse desin, bu meleklerin yavrularını balkonumda büyütmelerine yardımcı olacaktım. Nasıl olsa haziran ayının sonunda yeni evime taşınacaktım. İlahî bir güç beni buna zorluyordu. Güvercinler kanalıyla bana verilen sinyaller vardı. Alacağım dersten emindim. Kim ne derse desin desem de umurumda değil diye düşünmek istesem de içimde bir korku vardı tabii olarak. Neden mi? Yasalar. Güvercinlere yem atmak bile yasakmış duyduğuma göre. Büyük abdestleri hastalık taşıyıcıymış. Bütün bunları unutmak istercesine ve inadına kararımdan şaşmadım. Yüce Allah’a sığındım.
Şaşkındım! Ben onlara saksıda yer açtıktan sonra sadece orada kaldılar. Diğer çiçeklerime zarar vermediler. Onların tek derdi yuvaymış. Benim gibi zavallı biri bunu nasıl bilebilsin? Kovulmadıklarını anladılar. Bitimsiz bir hız ve hazla yuvalarını kurmaya başladılar. “Yuvayı dişi kuş yapar.”demiş atalarımız. Senelerce buna inandım. Kıt aklımla yorumlar yaptım. Meğer hiç de öyle değilmiş. Yaşadıkça, gözlemledikçe nelerin farkına varıyor düşünen ve algılayan insan… Birbirini tamamlamayan iki insan yan yana gelmişse neye yarar? Ruhlarda buluşmamışsa birliktelik, ikiden bir olamamışsa iki yürek, nasıl bir yuva kurabilirler? Onlardan kurulan yuvanın bacası nasıl tüter? Arkadaşlarımız, dostlarımız, evlatlarımız veya yeni tanıdığımız kim olursa olsun, olgu yine aynı değil mi? Birbirimizi tamamlayamadığımızı bile bile sürdürmeye çalıştığımız ilişkiler eninde sonunda çatırdamıyor mu?
Bu meleklerim hiç de öyle değillerdi. Öylesine bir tutku ve dayanışma vardı ki aralarında, bunu ancak çektiğim resimleri izlediğinde birazcık anlayabilirsin. İzlerken dünyasını unutuyor insan. Bir başka âleme dalıp gidiyor. Komik bulacaksın belki, rahmetli annemle babamın kopyasıydılar sanki. Birbirlerine olan davranışlarını, yakınlıklarını onlara benzettim. Aralarındaki sevecen tutum, çalışkanlıkları ve küçücük saraylarındaki sıcacık aşkları ne kadar da çok benziyordu canım annemle babama… Bunu belgelemeli, bu öyküyü resimlerle geleceğe taşımalıydım. Yine o tanımsız güç, yüce Yaradan sayesinde içimdeki ses bana güç veriyordu: “Doğru, haydi! resim çekmeye başla!”
Başlangıçta resim çekerken oldukça dikkatliydim. Ani hareketlerimden çok korkuyor, uçup gidiyorlardı. Oysa ben onları kaçırmak değil; seyretmek, sevinçlerini paylaşmak istiyordum. Kaçmadıklarını anladığımda konuşuyordum: “Canlarım! Meleklerim! Sizi çok seviyorum. Siz benim babamla annem gibisiniz. Bu ne hoş birliktelik? Nasıl bir bağlılık? Lütfen korkmayın benden. Benim derdim çiçeklerimdi. Onlara zarar vermiyorsunuz ya! “Anlamış gibi bakıyorlardı. Bakışları o kadar canlı ve can alıcıydı ki karşında iki insan var sanırsın. Gözlerim onların gözlerinde buluşuyor, birbirimizi anladığımızı hissediyordum. Ben insan, onlar güvercinler. Ya bakışlarımız? Göz göze gelişlerimizi nasıl dile getirebilirim? Dev bir gövde ile minicik iki gövdenin yürek buluşması. Onları sevdiğimi anlamışlar mıydı? Belki de korkuyorlardı halâ. Kim bilir?
Kısa sürede saksının içine hemen hemen aynı boy ve biçimde yaprakları, çöpleri bulup bulup getirdiler ve yuvanın alt yapısını bitirdiler. İşte ondan sonrası heyecan doruktaydı. Dişi güvercin yaprakların üstünde yatıyor, ihtiyacı olduğu zaman gidip geliyor, diğer zamanlarda ise erkek güvercinin getirdiği yaprakları, çöpleri gagasıyla alıp uygun bir şekilde yerleştiriyordu. Hızlı ve planlı çalışıyorlardı.
Ertesi gün yuva bitmişti. Çektiğim resimleri bilgisayarıma yükledim. Çekimlerden her şey daha iyi görülüyordu. Hayret! Eşini, erkek güvercinin nasıl koruduğunu, nasıl sevdiğini detaylarıyla görüyordum. Sağından solundan yaklaşıyor, eşini sıkıştırmamak için saksının incecik kenarlarında duruyor, yer açıyordu. Belli, yumurtlama dönemi iyice yaklaşmıştı. Kendi hamileliklerim geliyordu aklıma. Gözyaşlarımı tutamıyordum. “Ben ve benim gibi kaç kadın var acaba? Karnında bebeği ile dövülmüş, yara bere içinde bırakılmış? ” derken kimseyi suçlamıyordum inan. Sadece eğitimdeki çarpıklıkların bizlerde açtığı yaraları gördüğümün farkındaydım. “Yuvayı iki kuşun yaptığını” izledikçe; beynimin odacıklarında yaşanmışlıklar, atasözlerimiz ve daha birçok anılar canlanıyor, ruhumu çaresizliklerin içinde dolandırıyordu. İnsan insana nasıl kıyar? Neden hırpalar, acı çektirir? Hele de karnında kendisinden bir parça taşıyan, korunmaya muhtaç eşinin yardıma muhtaç hallerini neden göremez bilemez?
Yuvalarını yalnız başına kuran dişi kuşların olduğunu okumuştum. Orda burada birleşen dişi kuşlarmış onlar. Yavrularını kendi başlarına büyütüyorlarmış. Hatta bazı kuşlar yumurtalarını bir başka yuvaya bırakıp kaçıyorlarmış. O kuşlar kuluçkaya yatıyor ve yavruları büyütüyorlarmış. Allah’ım! Böyle anneler, babalar da var! Yaban güvercinlerim babam annem gibiydiler. Yuvayı birlikte yapıyorlardı. Yavruları da birlikte mi büyüteceklerdi?
İzlemeye devam ettim. Küçücük saksının içine yılmadan bıkmadan yerleşmeye çalıştılar. Erkek güvercin, eşini okşuyor, seviyor ona yer açıyordu. Her şeyden önce onun rahatını sağlamak istiyordu. Eşi rahatsız olmasın diye sadece saksının incecik kenarlarında durmaya başladı. İşi zordu. Sürekli yer değiştiriyordu. “Ne olursa olsun, eşimin rahat etmesi önemli” diyen tavırla bakıyordu. Bana alışmışlar, resim çekmelerimden rahatsız olmuyorlardı. Onları sevdiğimin farkındaydılar. Tuhaf! Aklıma gelenleri yazsam sayfalar yetmez. Güvercinlerim beni nerelere götürüyordu: Babamın, annemin fedakarlıkları saymakla bitmez. Hatırlıyorum; tek odalı, köşesinde toprak tabanlı banyosu olan çitten yapılmış odacığımız vardı çocukluğumda. Anneciğim hamurunu yoğurur, sabaha kadar el makinasından un kurabiyelerini çıkarır, baklava şeklinde aynı boylarda keser, tepsilere dizerdi babamla birlikte. Abimle ben uyur kalırdık onları izlerken. Çoğu kez annem babamı sabah namazına kaldırırken uyanırdım. Bahçedeki tulumbadan abdestini alan babam sevinçle namazını kıldıktan sonra tepsileri fırına götürürdü. İçine neler katıyordu annem, neden doyumsuz bir tadı ve kokuları vardı kurabiyelerin, halen çözebilmiş değilim. Babam:”Seftesi yavrularımdan, bereketi Allah’tan.” diyerek önce bizlere ikram eder, tadına baktırırdı. Sıcacık kurabiyelerin tanımsız tadı halâ damağımda. Babamın, tepsisini başına alıp satışa çıkarken mutluluğu, dilinden dökülen sözlerin, gözlerinden taşan sevginin bizlere verdiği güven; birbirimize olan sevgimizi katmerleştiriyordu. Güvercinlerim gibi geceleri o küçücük odaya sıkışırdık. Her akşam yere yataklar serilirdi. Çocuk aklımla sarayda yaşıyordum. Mutluluğun resmi çizilirse eğer, bu çit evi ve içinde bizleri çiziver derim. Mutluluk sevginin kollarında yeşerir…
Gece yarısı uyandım. Dolunay’ın etkisiydi sanırım. Balkona çıktım. A! Bak sen! Dişi güvercin erkeğine yer açmış, birlikte minnacık yuvada uyuyorlar! Daha neler görüp öğreneceğim acaba? Sonunda başardılar. Bir görmeliydin! Allah’ım o ne huzur ve dayanışma! İnsan kendi yaşadıklarını düşünmeden edemiyor. Acaba kaç evli çift böylesi birlikteliği, tutkuyu, aşkı yaşıyor? “İki gönül bir olunca samanlık seyran olurmuş.” İşte bu doğru! Annemle babam aklıma düştüler yine. Babam sokak sokak bir liranın peşinde koşturdu ömür boyu. Sabah namazından sonra genelde yatmaz, kahvaltısını yapar yapmaz satışa giderdi. Seyyar satıcı olarak çalışmak kolay değildi. Belediye yöneticilerinin seyyar satıcıları yasaklayacaklarını duyduğunda biraz dertlenir, ama yine de anneme; «Allah kulunun rızkını verir. Allah kerim Hatice’m. Hakkınızı helal edin yavrularım!» diyerek evden çıkar, akşam eve geldiğinde her birimizi başta annemi öper, halimizi hatırımızı sorardı. Canım annem, bütün gün ev işleriyle uğraşır, Ege’nin meşhur yemeklerini pişirir, birlikte güle söyleye yer içerdik. Tek odalı çit evimizde saraylarda olmayan sevinci, huzuru yaşardık. Benim melek güvercinlerim! Biz insanlar sizin şu ufacık saksıda yaşadığınız gibi, elimizdekilerle yetinmeyi bilebilsek, aşkı tadabilsek, onca yuvalar dağılır ve evlatlarımız yara bere içinde kalırlar mıydı?
Ya işte böyle can! Gördüğüm ve algıladığım kadarıyla önce yuvalarına alıştılar. Doğum yaklaşmıştı. Pardon yumurtlama ve kuluçka zamanı. Okul dönüşü aklım fikrim balkondaydı. Ayakkabımı çıkarır çıkarmaz mutfağa giriyor, balkon kapısını itina ile açıyordum. Onları rahatsız etmek istemiyordum. Bana alışmaları, korkmamaları önemliydi. Elimden geleni yapıyor, sessiz olmaya özen gösteriyordum. Kâh Türkçe kâh Almanca güzel sözler ediyordum. Anlıyorlar mıydı? Galiba. Bakışlarından dost olmaya başladığımızı görür gibiydim. Öylesine candan bakıyorlar, öylesine içten gözlerini bana dikiyorlardı ki görmeni isterdim. Bu nasıl bir düzen? Nice bilinmezlere gebe? Çiçeklerime zarar vermiyorlardı. Kurdukları yuva yetiyordu. Balkonu severek temizliyordum. Hatta seviniyordum onlara hizmet ettiğim, edebildiğim için. Bu satırları okuduğuna göre duygularımı anlıyorsun. Güvercinlerim anam babam, kardeşlerim, yakınlarım, dostlarım olmuştu. Dertleşiyor, yaşadıklarımı anlatıyor, içimdekileri paylaşıyordum. Bazen şehitlerimize ağıtlar yakıyor, dağların ardındaki Anavatan’ımın sıkıntılarını sıralıyor, bazen de gurbetin artılarını eksilerini döküp sayıyordum bağrımdaki bohçadan. Anladık bakışlarla beni süzmeleri vardı ya?
Canım kanım gibi olmuşlardı. Bu meleklere isim vermeliydim. İlk aklıma gelen babamın adı ‘Adil’ oldu. Dişi güvercine Adile dedim. Arkadaşlarım geldiği zamanlar isimlerini söylemiyordum. Gülünç duruma düşerim, kendimi anlatamam korkusu yaşıyordum. Zamanla isimlerine alıştılar. Doğruyu söylemem gerek. Aslında dişi ve erkek güvercini görünüşlerinden ayırt edemiyordum. Tek ölçüm Adile’nin sıkça yatıp dinlendiğiydi. Yuvayı yaparken alt yapıyı yaptıktan sonra gerisini Adil taşımıştı. Adil yaprakları, çöpleri bulup getiriyor, Adile’nin gagasına teslim edip dönüyordu. Hayran hayran izliyordum ikisini. Okul saatlerinde, gece yarıları neler oluyor pek bilmiyordum. Geceleri gizli gizli yoklamak geliyordu içimden. İkisini birlikte görünce yuvanın içinde seviniyordum. Mutluydular, mutluydum. Çiçeklerim, güvercinlerim, ne varsa balkonumda hepsi barış içindeydiler. Kavgasız gürültüsüz geçiyordu günlerimiz. Aile olmuştuk. Adil ve Adile birbirlerine saygılı, sevgili ve sabırlıydılar. Her ikisi üzerine düşen görevi aşk ile yapıyordu; severek, sayarak, güvenerek.
Okul dönüşü; ilk işim onlara bakmak, dertleşmek, yemleri eksikse vermekti. Bu beni hem heyecanlandırıyor hem de bedenime eşsiz huzur veriyordu. Eve girer girmez balkona çıktım. Yuva bomboş! Buğday tanelerini saksının içine döktüm. Beklemeye başladım. Az sonra güvercinlerden biri geldi. Yuvaya oturmadı. Saksının kenarında bekledi. Olmadı, balkon demirine kondu. Sonra diğer tarafa. Yukarıya doğru bakınıyordu. Anlayamadım. «Gelsene! Yuvana otursana! Bak yemlerini koydum!» desem de hiç kıpırdama yoktu. Öğretmen arkadaşım Şükran gelmişti. Durumu ona anlattım. Çaktırmadan balkona çıktık. Kaçmadı. Şükran güvercini görür görmez:
«Hocam, bu kuş üzgün.» dedi. İşte o anda jeton düştü!
«Sen beni bekle Şükran, hemen geleceğim.» dedim, fotoğraf makinamı alıp sokağa fırladım. Sabahleyin okula giderken görmüştüm, çiğnenmiş bir güvercin vardı. “Ah yavrum!” diyerek uzaklaşmış okula gitmiştim. Aşağıya indiğimde hem araba hem cansız güvercin ağzında çöp, aynen gördüğüm yerde duruyordu. Resimlerini çektim, ağlayarak daireme geri çıktım. Aklım allak bullak olmuştu. Demek o, benim meleklerimden biriydi. Adil olduğunu anladığımda yüreğime kor düştü. Rahmetli babamın, annemin ölümünde çektiğim çaresizlikleri yaşadım. “Her canlı ölümü tadacak…” bilincimle boynumu büktüm.
Sanıyorum iki gün geçmişti. Adile gecede gündüzde beklemişti. Okul dönüşü balkona bakmadan masama oturdum. Öğlen yemeğini dışarıda yemiştim. Sesler geliyordu: “Gruuu! Gruuu!” Ne göreyim? Bizim Adile bir başkasını bulmuş. Hazır yuvayı bırakmış, kasım patların olduğu saksının içine yuva yapıyor. “A! Bu olmaz! Şu yaptığınız yuva ne güne duruyor?” derken ‘pır!’ uçtular. Yaptıkları yeni yuvayı aldım, fırlattım attım. Aradan çok az zaman geçmişti ki tekrar gur! gur! sesleri gelmeye başladı. Bu sefer diğer saksıya yönelmişler. Öylesine hızla çalışıyorlardı, tarifi imkânsız. Çok kızdım, bu defa ikinci yaptıkları yuvayı da fırlattım. Aniden aklıma eski yuva geldi. Onu da aldım, attım. Saksı artık boştu. Gelmezler diye düşünüyordum üzülerek. Bizim Adile iki gün zor dayanabilmişti. Ne de çabuk buldu bir başkasını? «Sen vefasız erkeğimize kadınımıza benziyorsun!» diye mırıldandım.
Kazın ayağı öyle değilmiş meğer. Yanılmışım. Bizim Adile bulduğu arkadaşı ile oldukça hızlı ve verimli bir şekilde saksının içine yeniden yepyeni bir yuva yapıverdi. Yuvayı yaparken hızlarını, aceleci gidip gelmelerini görmeliydin. Ne söylesem dile getiremem. Resimlere bakarsan, birazcık anlarsın diye düşünüyorum.
Adile’m, hanım hanımcık oturdu. Artık bekleme zamanı gelmişti. Susadığı zaman gidiyor, geri yuvasına dönüyordu. Diğer güvercin çok sık gelmiyordu. Çok yakın bir dostun gelip gelip yoklaması gibi bir şey. İki dostun karşılıklı sevgisi, saygısı veya muhtaç durumda kalmış bir hamile kadının elinden bir adam evladının tutması, hiçbir karşılık beklemeden görevini yerine getirmesi gibi bir yakınlık. Harika! Adını Vefa koydum. Vefa’ya benzeyen kaç erkek vardır? Karşılıksız kadına, kıza; muhtaç oldukları zamanda ellerini uzatan, adam gibi adam olup dürüst davranan?
Masal gibi gelmesin sakın. Gerçek bir hikâye bu. Hani ‘Öykünce'(Fabl) falan da değil. İnsan ve güvercinin gerçek buluşması, anlaşması. Adile beni tanıyordu. Yeni arkadaşı Vefa ise ürkekti. Varlığımı hisseder hissetmez kanatlanıp uçuyordu. Evde olmadığım için her durumu incelemem mümkün değildi. Bildiğim tek şey, Güvercin Vefa, Adile’ye müthiş destek veriyordu. Adil olmadığı her halinden belliydi. Adile’yi gagasından öpüp sevmesi, etrafında dolanıp kur yapmaları yoktu. Hani bazen erkek arkadaşların vardır ve canını, malını onlara gözü kapalı teslim edersin ya? Onun gibi bir şey. Sözün kısası, Adile’m yalnız değildi. Artık yuvada çok oturur olmuştu. Ender ayrılıyordu. İtalyan komşum Donata; «Bir kabın içine su koy, havalar çok sıcak. Su aramaya gitmesin.» deyince derince bir kâse buldum, içine çeşmeden su doldurdum. Bilmem neden, oradan hiç su içmediler. Belki ben görmedim.
Haziran sıcakları başlamıştı. Bunaltıcıydı havalar. Sıkça balkonu yıkayarak serinlemelerini sağladım. Adile’nin ve arkadaşının balkon sularını içtiğini görünce rahatladım. Balkonu yıkamadığımda, su dökerek yerleri suluyordum. Adile değişmişti. Sadece yuvasında yatıyor, sağa sola dönüyordu. Doğum sancılarımı anımsadım. Çok sancılı geçmişti doğumlarım. Acılar içinde kıyranırken; karnımda taşıdığım bebeğimin geleceği sevinciyle sancılarım çekilir oluyordu. Adile’de nasıldı? Yumurtlama sırasında sancıları var mıydı? Yattığı yerde sıkça pozisyon değiştiriyordu. “Allah’ım ona yardım et. Sancısı varsa azalt.” diye yalvarıyordum. Hem de ne yalvarma!
Okul dönüşlerini yüreğim hoplayarak bekliyordum. Beynimde sadece Adile vardı. Balkon kapısını açtım. Ay! Saksı boş! Ortasında bir yumurta! Oy oy oy! Demek yumurtlama dönemi başladı? Komşum Maçek’ten öğrenmiştim. Babası güvercin beslemiş. Çocukluğunda sıkça güvercin eti yemiş. Güvercinlerin hayatını iyi biliyordu. «Güvercinler iki tane yumurta yapar. Çoğunlukla ikinci yavruyu büyütemezler. İyi beslemen gerek. Ekmek kırıntılarını da verebilirsin.» dedi. Önce dediğini yaptım. Severek yemediklerini görünce internetten araştırdım. Bitki tohumlarıyla, tanelerle beslendiklerini öğrendim. Öyle olduğunu biliyordum, ama emin olmak istedim.
Dolabımda aşurelik yarma bitmek üzereydi. Bitmeden yenisini ve biyolojik usullere göre yetiştirilmiş buğday, arpa vb. almak için Süpermarket Comet’e gittim. Bir iki paket aldım. Her gün vermeye başladım. Tatlı tatlı, hızlı hızlı yemelerini izlemeliydin. Sesimi iyice tanıyorlardı artık. Balkonda olmadıklarında; «Gel! Gel! Adile! Vefa! Canlarım! Haydi! Gelin! Gelin!» diye çağırdığımda hangi köşelerden geliyorlardı bilemiyordum. Kanatlarını çırparak jet hızıyla balkon demirlerinin altından balkona süzülüveriyorlar ve taneleri gagalarıyla tık tık yutuyorlardı. Direkt kursaklarına gidiyormuş yedikleri. Orada öğütülüyormuş. Şu satırları yazarken canlı canlı gözlerimin önünde. Görsellik öğrenimi çabuklaştırıyor. İnsan gördüklerini kolay kolay unutmuyor, unutamıyor. Sence de öyle mi?
İki gün içinde ikinci yumurta geldi. Adile’m kuluçkaya yattı. Zamanının çoğunluğunu yuvada geçiriyordu. Benden korkmuyordu. Sevinçliydim. Gündüzleri Vefa yatıyordu kuluçkaya. Bakışlarından, tedirginliğinden anlıyordum; emanete hiyânetlik etmez tavrı vardı. Yumurtaları kanatlarının altında gizliyor, görevini gururla yerine getiriyordu. Yanına yaklaştığımda kanatlarını kabartıyor, hücuma hazır bekliyordu. Şımarık çocuklara benzedim bir gün. Çok yaklaştım. Elimle değil de sopayla dokunarak sevmek istedim. Oy anam! Nasıl da hırslandı! Bir kanadını yelpaze gibi açtı ve sopaya vurmaya başladı. Diğer kanadıyla yumurtaları ölüm pahasına saklıyordu. Demek dokunsam beni dövecekti. «Helal olsun sana! Mükemmelsin! Emanete sahip çıkıyorsun.» dedim. Sopayı uzaklaştırınca sakinleşti. Toparlandı, yumurtalarını yokladı. “Senin başka işin yok mu? Beni rahat bıraksana! “dercesine hiddetliydi duruşu. «Yüce Allah’ım! Şu ufacık güvercinin yaptığını yapamayan gerçek babalar analar var. Nedendir bunlar? Doğada farklı değil. Kimi kuşlar, hayvanlar var ki, bize hoş gelmeyen hallerini gözlemliyoruz. Ya bu dost güvercin Vefa? Ana güvercin Adile? Bunlar başka. Yoksa beyinlerimizi çalıştırıp, akıllarımızı doğru kullanalım sinyalleri midir tüm bunlar?» diye yalvarıyordum beni seni yaratan yüce Allah’a. Fatiha süresini okuyor, Türkçe anlamını tekrarlıyordum.
Yavru güvercinleri bekleyişimdeki sevinci, merak ve heyecanımı tahayyül edebilir misin? Adile, Vefa aç susuz kalmasınlar diye balkonu suluyor, yemlerini bolca veriyordum. Yine okul dönüşü ilk işim balkona bakmak oldu. Tanrım! O anı nasıl anlatabilirim? O küçücük meleğin; Adile’nin göğsünün altında, başı dışarıda, sarımsı doğum tüyleriyle morumsu gagasının ihtişamındaki duruşunu, anacığının varlığından duyduğu güveni görüyordum. Hele Adile’nin o bakışları! «Bak! Yavrum yumurtadan çıktı. İkincisi yolda, sen de sevindin değil mi?» dercesine beni süzüşü… Ne desem anlatamam. Doğa harikalarından biri işte! Biliyor musun, kendi sevinçlerim geldi aklıma. Nereden bileceksin? Üç bebeğimi de sezaryenden sonra kucağıma aldım. O ilk an, kucağıma verildikleri an, kıyamet kopsa unutulmaz. Hamile olduğumu anladığım ilk andaki gibi. Zamanın nasıl geçtiğine inanamıyor insan. Büyüdüler, adam oldular, yuvadan uçtular… Buralarda yaşamın kolay olduğunu düşünür kimileri. Neler çektiğimizi bilip sormak istemezler. Yavrularımızı büyütüp topluma iyi vatandaşlar yetiştirmek için ne çekilmez işlerde çalıştığımızı bilip öğrenmek istemezler. Neyse… “Davulun sesi uzaktan hoş gelir.”
İkinci yavruyu gördüğümde heyecanım zirvedeydi. Sorumluluk zihnimin zerrelerini sarmıştı. Çok dikkatli olmalı, güvercinlerime, küçük meleklerime gereken ne varsa onu yapmalıydım. Okul dönüşleri evimi topluyor, karton kutulara yerleştiriyordum. Tek arzum; yavrucukları büyütmek, evi teslim etmeden onları yuvadan uçurmaktı. Her gün bir başka güzellik yaşıyordum. İyice arkadaş olmuştuk. Yavru güvercinler büyüdükçe bakışları değişiyor, saksının içinde yön değiştirip değişik yönlere doğru oturuyorlardı. Seslere çok duyarlıydılar. Birkaç gün sonra yuvanın içinden yeşil yeşil yaban otları çıkmaya başladı. Yuva yeşilleniyordu. “Bu otçuklar da ne? Çayıra benziyor. Daha önce ektiğim çiçek tohumları mı yeşeriyordu acaba?” soruları zihnimi meşgul ediyordu. Meğer küçük abdestleriyle döktüğüm buğday taneleri çimlenmiş de farkına bile varamamışım. Türk’ün aklına sonradan gelirmiş ya…
Adile ile Vafa’yı bekleyişlerindeki kıpır kıpır hareketlerini tarif etmek ne mümkün? Evlatlarımın küçüklükleri de aynı değil miydi? Eve gelince önce elime bakarlardı. Torbaları heyecanla boşaltırlar, kendilerine ait olanları kapışırlardı. Küçük meleklerimdi her biri. O yıllar ki; yavrularımızı yuvadan uçuruncaya kadar süren, en heyecanlı, en doyurucu, en mutlu anılarla dopdolu… Fedakârlığı, vefanın, güçlüklere göğüs germenin yoğun evreleri ve ‘olmazsa olmaz’ olan yaşanmışlıklar. Ana yüreği nelere katlanmıyor, hangi yükleri taşımıyor ki ufacık bedeninde? O nasıl bir yüce ruhtur? Akıl fikir işi değil…
Zamanla güvercinlerime anam-babam, dostlarım, arkadaşlarım, evlatlarım gibi sahiplendim. Çıkmazlarımda uyarıcım oldular. Her seferinde hiç oluşumun farkına vardırdılar. Bilginin, ilmin sonsuzluğuna taşıdılar. Sana garip gelebilir, beni ayıplayabilirsin ama, bir gerçeği demeliyim. Güvercinlerin yavrularını nasıl beslediğini duymuş, aslını idrak edememiştim. Resim çekerken bunu tam çözümledim. Bilmiyorum, sen hiç izledin mi? Allah inandırsın, anlatılamaz, ancak yaşanır. Nasıl anlatsam bilmem ki? Bir bakıyorsun, saksının içinde kıpırdamalar, hareketlenmeler. Derken balkon demirlerinin altından dişi veya erkek güvercin yıldırım hızıyla balkona giriyor. Saksıya yaklaşıyor. Hop! saksının kenarına konuyor. Kanatlarını çırparak gelişi, saksıya uçuşu ve incecik kenara konuşu… Düştü düşecek diyorsun. Nerde? Saksının içine giriveriyor. Yavrucuklar mı? Yarış içindeler. Tek amaçları gelen güvercinin gagasına yetişebilmek. Rabbim! Bu nasıl bir âlem! Adaletin sahnesindeyim. Adile veya Vefa hiç şaşmadan sırayla onların kursaklarını kendi kursağından kusarak dolduruyor. Arada dinleniyor başını öne eğerek. Şaşma yok! Yanılma yok! Yavruları beslemeye devam ediyor. Doyduklarını anlayınca saksıdan iniyor, yemleri tıklamaya başlıyor. Ne hoş! Bizler de öyle değil miyiz? Yavrularımızı beslemek, büyütmek, topluma iyi insanlar yetiştirmek için gece gündüz çalışmadık mı? Kendi işimizden başka temizlik işlerine gitmedik mi? En iyisini yavrularımız yesin, içsin, giysin demedik mi? Başkalarını bilmem; ana gibi ana, baba gibi baba olanlar hep böyle yapmadılar mı? Peki nerelere uçurduk yavrularımızı?..
Adile ile Vafa’nın, gece gündüz yavruları nasıl beslediklerini gözlemledikçe, duygularım yoğunlaşıyordu. Onlarda kendi geçmişimi yaşıyordum. Aynı zamanda tekrar tekrar hiçliğimin farkına varıyor, âlemlerde uçuyordum kolsuz kanatsız. “Her şeyin bir hikmeti var.” diye boşuna denmemiş. Bu hikâyeyi yaşamam istendi ve yaşıyordum. Öğrenmeme, kendime çeki düzen vermeme neden olacak hikmetler vardı. Bunun farkındaydım.
Yavru güvercinler büyüdükçe bakışları derinleşiyordu. Dilsizdiler. Konuşamıyorduk. Herhangi bir insandan fakları yoktu ama. O duruşları, gözleriyle beni, etrafı dikizleyişleri her şeyi anlatıyordu. Onların bekledikleri, istedikleri; beslenmek, büyümek ve kanat çırpıp arzu ettikleri yöne uçabilmekti. Bizler de öyle yapmadık mı? Analarımız, babalarımız doyurdular, büyüttüler, adam ettiler ve yuvadan uçuşumuzu seyrettiler. Ağladılar çoğu kez nankörlüklere. Ağıtlar yaktılar terkedildiklerinde. Elleri tutmaz, bacakları atmaz olunca bırakıldılar kendi hallerine. Kimisi sokaklarda, kimi onun bunun yanında, kimileri yaşlılar evine tıkılmadılar mı? Malı mülkü olanların arkasından kardeş kavgaları olmadı mı? Şükürler olsun ki, küçük meleklerimin böylesi dertleri yok. Doğada beslenip, doğada büyüyor, doğada çoğalıp doğada yok oluyorlar. İşte en güzel tarafı da bu ya! İnsan olmanın hikmetini bir çözebilsek; dünyamız güllük gülistanlık olmaz mı?
Adile’ye, Vafa’ya yardımcı olduğum için mutluydum. Küçük meleklerim şaşırtacak hızda büyüyorlardı. Adile olsun, Vefa olsun sokaklardan tane toplamak zorunda değillerdi. Sadece kısa kısa dolanıp, karşı çatılarda diğer güvercinlerle şakalaşıp, benim bilemediğim ihtiyaçlarını görüp geri dönüyorlardı. Yavruları hiç ama hiç ihmal etmiyorlardı. Sanki kurulmuş makina gibiydiler. Eşini kaybeden Adile, arkadaşı Vefa sırayı şaşırmadan küçük meleklerimi kusarak besliyorlardı. Düşününce dalıp gidiyor insan. Yüce Allah’ın sonsuz ilminin sırlarına dalıp gidiyor.
Anlatması zor olsa da deneyeceğim. Zamanla sesime, varlığıma alıştı yavrucuklar. Daha da öte, konuşmalarımı anladıkları bakışlarından belliydi. Balkonu yıkarken istediğim yöne gidiyorlardı. Küçük meleklerimin korkak tavırları hemen hemen yok olmuştu. Garip bir duygu! Birbirimize alıştığımız ortadaydı. Beni anladıklarını, sevdiklerini, bana güvendiklerini görmek ne hoş! Sonsuz haz! Yeni doğan yavrunun, zamanla annesinden başka diğer kucakları tanıyışları türünden olsa gerek. Onlar için neler yaptığımı, konuşmalarımdaki yürek sesimi çözmüşlerdi sanırım.
Anne olmak, bir annenin duygularını anlamak kolay değildir diye düşünüyorum. Baba olmayı anne olanlar ne kadar anlar, onu da bilemem. Anne güvercin Adile, biliyor: Yavrular büyüyüp gidecek. Tek isteği onlara kol kanat olmak. Uçacakları zamana kadar görevini tam yapmak. Bunu kuş beyniyle düşünüyor ve biliyor muydu diye sorarsan eğer onu bilemem. Bildiğim ve gördüğüm şuydu: Benim anne olarak yavrularım için yüreğimde taşıdığım; sorumluluk, sevgi, koruma, büyütme, kendi ayaklarının üstünde durabilecek hale gelmelerini isteme vb. arzularımı en az benim kadar taşıyordu. “Yüce Allah’ım! Böylesi kutsal bir görevde payım olduğu için şükürler olsun! Yeterli yemleri olmasaydı, belki de Maçek kardeşimin dediği gibi yavruların biri yaşayamayacaktı. Sokakta yeterli taneleri, yemi bulamayacaklardı Adile ile Vafa.
Kim bilir? Benim aklım bu kadarcık çalışıyor. En iyisini her şeyin yaratıcısı sen bilirsin. Yüce Yaradan’ım, gönül gözlerimizi aç! Aç da insan gibi insan olalım. Doğanın her noktasında paylaşmasını, paylaşarak çoğalmasını bilelim.” demelerimi, yalvarmalarımı duymalıydın.
Küçük meleklerim, her geçen gün bana daha çok ısınıyorlardı. Bebek bakışlarla beni süzmeleri, ne yaptığımı izlemeleri, kaçmamaları… Güvenilir olmak ne güzel! Onları elime alıp sevmeye tarifi mümkün olmayan arzu duyuyordum. Okşamak avuçlarımın içinde ve göğsümün ortasına yaklaştırarak kucaklamak bebeğim gibi. Yanaklarıma dokundurmak gagalarını, incitmeden taramak tüylerini parmaklarımla… Dokunursam yaşamazlarmış. Bilmem ki doğru mu? En iyisi dokunmamak, karşıdan sevmekti. Hem ya benden korkar ve ürkekleşirlerse, kanatlarıyla kendilerini korumaya alırlarsa halim nice olurdu? Son pişmanlığın çaresi yok derler ya…
Nasıl bir tutkuydu bu? Çok sevmiştim her ikisini. Hani doğurmadığın evlatları öz evladınca seversin ya? İşte öyle bir şey. Nice insanları tanıdım. Evlatlık almış, büyütmüş, adam edip topluma salmış. Onları anlayamadığımız anlar vardır değil mi? İyi ki öğretmen olmuşum. İyi ki Yaradan’ım bana bu mesleği kısmet etmiş. Mesleğimin kazandırdığı özellik midir bilemem, benim için her evlat öz evlat sıcaklığındadır. Onları doğuran, büyüten, her cefaya katlanan, ana gibi anaların teninde yaşarım kendimce…
Küçük meleklerimin iki gün resimlerini çekememiştim. Yeni eve taşınma hayli zamanımı alıyordu. Bir yandan okul ve sorumluluklarımı da sayarsam… Anladın değil mi? Aman Allah’ım! İki günde ne kadar tüyleri çoğalmış! Az kaldı, yakında o minnacık yuvadan kurtulacaklar, balkonda dolanacaklar. Evlatlarımı büyütürken bu kadar kolay olmamıştı. Mamadan kurtulup normal yemek yemelerini, emekleyecekleri günü, düşmeden yürüyecekleri zamanı, okula gidecekleri yaşı sabırsızlıkla beklediğim yıllara daldım. Okuyup adam olacakları, ayakları üstünde duracakları günü düşlemelerimi düşündüm. Her biri sinema şeridi olup gözlerimin önünden aktı… gitti…
Zaman nasıl da uçup gidiyordu! Küçük meleklerimin kanatları büyüdü, doğum tüyleri döküldü. Yaradan’ın güvercinlere bağışladığı süsler kanatlarda, vücutların her noktasında belirginleşmeye başladı. Morumsu gagaları, narin bacakları, turuncu tırnakları her geçen gün değişiyor, küçük meleklerim büyüyordu. Neredeyse Adile, Vefa kadardılar. Çok az kalmıştı. Yuvadan uçacaklardı. Bir an önce uçmalarını sabırsızlıkla beklediğimi biliyorlar mıydı acaba?
Taşınmıştım. Onları yalnız bırakmamak için ama, ikili koltukta yatıyordum. Yeni evime sabahları sadece giyinmek için uğruyordum. Hem fotoğraflarını çekiyor hem ihtiyaçlarını zamanında karşılıyordum. İki ev arasında mekik dokurcasına gelmeler gitmeler beni yormuyordu. Severek, aşkla yapıyordum görevimi. Yalnız bir sorun vardı. Balkonu daha çok temizlemem şarttı. Küçük meleklerim çişlerini saksının içine yapıyor, dışkılarını ise saksının kenarından balkona yapıyorlardı. Yattıkları yer temiz kalıyordu onlara göre. Yuvaları iyice yeşermiş, çimlenen tohumlarla cennetten bir köşeye benziyordu. Adile, Vefa da gelip gitmelerinde boş durmuyorlar, balkonun her noktasını keyiflerince dışkılarıyla dolduruyorlardı. Of of! Bir görmeliydin arkadaş! Temizlemesem balkon neye dönerdi? Yeni ev sahibi okuldan arkadaşım, meslektaşımdı. Durumu biliyordu bilmesine de pislik içinde bırakamazdım. Bir an önce uçmayı öğrenmelerini bekliyordum. Evi tertemiz teslim etmeliydim.
Artık büyüdüler! Adile, önce balkondan çatıya uçabilecekleri köşeyi gösterdi. Sonra yavruların; saksıdan balkona, balkondan saksıya kısa kısa uçmalar yapmalarını sağladı. Bir görseydin, ne hoştular! Adile örnek uçmalar yapıyor, sonra da onları bekliyordu. Durmadan resimlerini çekiyordum. Kelimelerle resim çizmek, o uçmaları sana canlı canlı hissettirmek isterdim. Hemşerim Hilmiye gelmişti. Şaşkınlıkla izledi küçük meleklerimi. Balkonu yıkarken bana yer açışlarını gördü. Sevmelerimi duydu. Git dediğimde gittiklerini, gel dediğimde geldiklerini gördü. Başlangıçta arkadaşlarımdan çekiniyorlar, alışınca ise hiç aldırmıyorlardı. Yavrularımız büyürken de öyle değil miydi? Yanlarında biz olduğumuz zamanlar korkusuz olurlar, gerektiğinde bize sığınırlardı.
Daha önce demiştim. Balkonu temizlerken hangi taraf boş ise o tarafa gidiyorlardı. Resimlerini çekerken ise âdeta poz veriyorlardı. Bir an önce uçmayı öğrenmek istedikleri, karşı çatılara kanat çırpmak arzuları belli oluyordu. Bunu ben daha çok istiyordum. Anahtarı teslim edecektim. Onlara bunu anlatıyordum. Beni anlıyorlar mıydı bilmiyordum. Anladıklarını ama, sonradan görecektim.
Derslerim bitince önce yeni evime gidiyordum. Üstümü değiştirip geliyordum. A! Büyük yavru balkonun demirine konmuş! “Bak! Ben uçuyorum!” dercesine müjde veriyordu. Sevindim. Sevdim karşıdan karşıya. Karşı çatıya uçtu. Sonra Adile gibi balkon demirlerinin altından süzülerek kardeşinin yanına geldi. Benim işim vardı. Balkonu yıkamalıydım. Çok pisti. Meleklerim her tarafı doldurmuşlardı dışkılarıyla. Balkonu temizledim. Yıkadım. Kapı çaldı. Açtım; İtalyan komşum. İçeri aldım. Gururla meleklerimi gösterdim. Sohbete daldık. Tam o sırada aşağıda alt komşum belirdi. Ne yaptığımızı sordu. Garip garip bakıyordu. «Eyvah! Ya şikâyet ederse!» dedim. «Korkma! Yok bir şey de!» dedi Donata. Dediğini yaptım. Yaptım da bana sor! Beyaz yalan da olsa kolay değil. Korka korka aşağı kata indim, kapıyı çaldım. Ne kadar iyi bir insan! Beni içeri aldı, balkonunu gösterdi. Rezil olmuştu balkonu yukarıdan akan sularla, pisliklerle. Defalarca özür diledim. «Balkon önemli değil, kapı açık olduğu için mutfağım da berbat oldu.» dedi. Gerçekten öyleydi. Nasıl ve kaç kere özür dilediğimi bilmiyorum. Bitmiştim. Ne yapmalıydım? Küçük meleklerimi atamazdım. Artık yıkamam silerim balkonu dedim. İnsan gibi insanlar da var… Düşüne düşüne eve çıktım. Donata korkularımı görünce; «Üzülme ve korkma. Bu hanım çevre sorunlarıyla ilgili çalışmalar yapıyor. Hayvan dostu.» Bu haberle sevinçten uçacak gibi olsam da döşümdeki korkuyu atamıyordum.
Küçük meleklerimin birbirlerine olan bağlarına, destek verişlerine hayran hayran bakıp kaldığımı anlatmalıyım sana: Adile ve büyük kardeş, küçüğü yalnız bırakmıyorlardı. Görünüşe göre ona nasıl uçacağını, zamanın az kaldığını anlatıyor gibi gelip gidiyorlardı. “Biz insanların hayvanlardan öğrenecekleri sonsuz. Yüce Yaradan, büyük Allah’ım; doğa ile bir bütün olarak yaşamayı nasip et. Hikmetlerini algılamamızda yollarımızı aydınlat.” diyor, hıçkırıklara boğuluyordum. Diğer taraftan ayrılık günü kapıyı çalmıştı. İçimde buruk bir acı vardı. Onlara veda edecektim. Bir yandan üzülüyor, bir yandan da, «Ey benim canlarım! Bir an önce uçun, gözüm arkada kalmasın.» demekten geri kalmıyordum.
Bakışlarında bilgelik vardı. Öğretmen arkadaşımdan duymuştum. Güvercinlerin cennetten geldiği söylenir diye. Nasıl da uygundular bu söze! Cennetten gelmeseler bile cennete gidecekleri kesin görünüyordu. Her Allah’ın günü sokakları temizliyorlar, yere dökülmüş ekmek kırıntılarını, taneleri topluyorlar. Onlar gitmeyecek de ben mi cennete gideceğim? Gözlerimizi açmaya, hikmetleri anlamaya, çeşitli görünüş ve yaratılışlarda melekler gönderen yüce Allah’a sonsuz şükürler ediyordum.
Ertesi gün balkonu az suyla yıkadım. Suların alttaki balkona akmaması şarttı. Küçük meleklerim bana yardımcı oluyorlardı. Nereye gidersem orayı boş bırakıyorlardı. Bir ara büyüğü uçtu, karşı çatıya kondu. İçimde huzursuzluk vardı. Aceleciydim. Alttaki hanım şikâyet edecek korkusu yaşıyordum. Küçük meleğime birazcık çıkıştım: «Artık sen de uç! Bak! ben zor durumdayım. Sen de uç ki, yuvayı atayım, burayı temizleyip evi yeni sahibine teslim edeyim.» Küçük meleğimin duruşunu görmeliydin. Yan yan bakıyordu üzüm karası gözleriyle. Ağzı var, dili yok cinsinden. İçimi parçaladı bakışları. “Her şeyi anlıyorum, ama elimden ne gelir?” dercesine dertliydi. Bana kırıldığını ertesi günü anlayacaktım. Bunu anladığımda yüreğimin içinden göğsümü kaplayan acıyla kavruldum… Biraz sert mi davranmıştım ne? O anı unutamıyorum. Hatırlar hatırlamaz cız! göğsümün ortası yanıyor. Anlatamadığım bir pişmanlık yaşıyorum. Yavrularımızla olan ilişkilerimize benziyor. Onlar için en doğrusunu yapalım derken, en kötü durumlara sokuluveriyor, haksız yere sorgulanıyoruz. Dönüşü olmayan pişmanlıkları yaşıyor, yaşatılıyoruz. Ne dersin?
Son gün olacağını nereden bilirdim? Eve geldim, balkon kapısını açmadan, camdan baktım. Küçük meleklerim balkonun köşesinde, uçabilecekleri boşlukta duruyorlar. Kafa kafaya vermiş konuşuyorlardı. Ceketimi çıkardım, resim çekmeye geldim. Yoklar! Uçup gitmişler. İşte o dakikaları anlatamam. Benden kaçmışlardı. Karşı çatıya baktım. Üç güvercin. Biri Adile. Sesledim. Çağırdım. Gelen yok. Anladım küsmüşlerdi. Bunu son nefesime kadar unutamam. Yalvardım, yakardım. Beni yanlış anladıklarını saydım döktüm. Yine gelen yok. Uzun süre ağladım. Bir Almanca bir Türkçe aklıma ne gelirse saydım döktüm. Çok bitkindim. Gelmelerini istiyordum. Onlardan böyle ayrılamazdım. Beni anlamalarını istiyordum. Nice diller döktüm, sayısız özürler diledim. Konu komşu nasıl değerlendirdiler bilmiyorum. Umurumda değildi. Küs ayrılamazdım. Deli tavuğa dönmüştüm.
Buna inanmakta zorlanacaksın biliyorum. Bu hikâyeyi okuyan güzel arkadaşım, okudukların ne rüya ne masal. Sadece yaşadığım gerçek yaşamın kesitlerinden biri. Ne oldu biliyor musun? Geldiler! “Allah’ım sen ne büyüksün! Meleklerimi bana geri getirdin.” diyerek şükrettim. Önce yakın çatıya geldiler. Bana bakıyorlardı. Sesimi, yalvarmalarımı dinliyorlardı. Şu satırları yazarken bile hıçkırıklara boğuluyorum can. Sonunda anladılar; önce Adile, arkadan iki meleğim balkon demirlerinin altından süzülerek çıkıverdiler karşıma. Nasıl sevindim, nasıl coşkuyla ağladım hayal bile edemezsin sanırım. Resimlerini çektim. Sevdim üçünü sevda şarkıları söylercesine. Adile’ye teşekkür ettim bana bu güzelliği yaşattığı için. Onlar mutluydu. Aralarında konuşuyor, bana kuş üzümü benzeri gözleriyle bakıyorlardı. Gelmişlerdi ve beni bağışlamışlardı. Küslük bitmişti.
Yemlerini yedikten sonra karşı çatıya uçtular. Hemen saksıyı aşağıya çöp bidonuna attım, geri geldim. Balkonu son kez temizledim. Bütün yemleri balkona döktüm. Sonra meleklerime seslendim. «Gelin! Haydi küçük meleklerim! Adile! Bebeklerim! Vefa! Haydi!» Gelin gibi süzülüp geldiler. Tık! Tık! yemlerini yediler. Oraya buraya koşuştular balkonun içinde. Sevinçliydiler. Ben ise hâlâ buruktum. Onları bırakıp gidecektim. Yavrularımdan ayrılırcasına acı çekiyordum. Ama mecburdum.
Yavru güvercinlerim, küçük meleklerim, yuvadan uçtular. Onların yokluğuna nasıl alışacaktım bilmiyordum. Zamanla unuturum diyordum. Hiç de öyle değilmiş. O yüce Yaradan’ın hediyelerini unutmak mümkün değilmiş meğer. Gözümden gönlümden çıkaramadım. Şu an neredeler? Yaşam böyle ama. Her can bu âlemde üzerine düşen görevini yerine getirmekle sorumlu. Aradan aylar geçmesine rağmen bugün gibi hatırlıyorum. Onlardan çok şey öğrendim. Sinyaller aldım mutlu olmak, hikmetleri anlamak adına. Önemli olan, “Yaratılanı Yaradan’dan ötürü sevmek” değil mi? Başını yastığa koyduğunda; uyumak kuşlar kadar hafif, uyanmak şükrederek aydınlık sabahlara…
Tuhaf bir duygu! İzahı güç… Bu küçük meleklerim var ya bana çocuklarımın kokusunu getirdiler. Onlardan ayrı yaşama gücünü verdiler. Yaşama tutunmamda hikmetlerin kapılarını açtılar.
Şu an içim titriyor! Küçük meleklerime olan özlemimi iliklerimde hissediyorum. Kim bilir hangi çatıda, hangi balkonun köşesindeler? İnşallah sığınacak köşe, yuva kuracak eş bulmuşlardır.
Şükran GÜNAY’dan
Şükranca