GIZ ÖRETMEN(KIZ ÖĞRETMEN) / İMECE

Kas 13, 2020 by

Öğretmenim, öğrenenim; öğrenmenin eşiğindeyim.

Cehalet düşmanım, aydınlık yolum,

Göğsümde imanım, hedefe koşarım.

Köylümdür efendim, hem de elim kolum,

Öğrencilerimle çoştukça coşarım.

Tam kırk altı sene (46) geride kaldı. Sene 2013. Halâ bu kutsal görevimde yüzümün akıyla çalışıyorum. Öğretmen olacaksın, onca yıl çalışacaksın ve an(ı)ların olmayacak? Mümkün mü? Öğretmen olmak; alnıma yazılmış en kutsal morötesi sevdadır. Öylesine bir sevda ki, zerrelerime işlemiş. Zaman, yer, mekân tanımaz; dürter durur zihnimi. Görev ve sorumluluklarımı hatırlatır boyuna…

            Aydın’ın Koçarlı nahiyesinin Gaffarlar adındaki dağ köyünde göreve başladığımda on altı yaşımı yeni doldurmuştum. Öğretmen Sacit Sarıoğlu; mahkeme kararı ile yaşımın büyütülmesi için ailemi uyarmış, gerekli işlemleri okuldan mezun olmadan yaptırmıştı.

 Eylül ayının ilk haftasıydı. Sahildeki şimdiki Bülent Ecevit Parkı’nın yerindeki çay bahçesinde kukla seyretmeye gitmiştik. Babam koşa koşa, yüreği hoplarcasına yanıma geldi. Tayinimin çıktığını öğrenmiş. Ertesi gün Koçarlı’ya gitmek üzere sabah erkenden yola çıktık. Aydın ötobüsünden inip, Koçarlı minibüsüne bindik. İner inmez Nahiye Özel İdare Amirliğine gittik. Tayinimizin nereye çıktığını sorduk. Özel İdare Müdürü ilgili yere telefon etti. Karşı tarafın verdiği yanıta:

            «Ne? Nasıl olur? Bu ufacık kız çocuğu o dağ köyüne verilir mi?»

Babam ve ben neye uğradığımıza şaşırdık. Korktuk. Ağlamaya başladık.

Babacığım:

            «Ben kızımı oralara göndermem müdür bey! Birşeyler yapın. Rica ediyorum.»

«Benim elimden bir şey gelmez. Durun bakalım. Biraz araştırma yapalım. Birazdan köyün muhtarı gelecekmiş. Onunla konuştuktan sonra bir çare arayalım.»

Babam ve ben biraz sakinleştik. Çay, su ikram ettiler. İçtik. Derken kapı çalındı:

            «Hah işte! muhtarımız geldi. Hoş geldiniz muhtar efendi?»

«Hoş buldum müdürüm? Nasılsınız?»

«Bak sizin köyün yeni öğretmeni!»

Muhtarı görünce elim ayağım titrer gibi oldu. Boyu iki metreden uzun, görünüşü heybetli bu amcayı görünce irkildim. Bir an ne yapacağımı şaşırdım. Sonra toparlanıp ayağa kalktım. Başımı yukarıya kaldırıp, elimi uzattım. Amacım elini öpmekti. O ama, elini öptürmedi. Tokalaştık. İki büklüm, babacan ve son derece saygılı bir şekilde:

«Hoş geldiğiz öretmenim. Köyümüzü seveceksiğiz. Talebeleriğiz sizi bekliyo. Her ne ehtiyacığız olusa olsun, hepicini garşılarız. Heç endişeğiz olmasın. Emirleğiz başımız üstüne.»

«Rica ederim, emir de ne demek?» diyebildim utana utana…

Muhtar Efendi’nin gözlerinden benim gözlerime güven ve itimatın ışınları akıvermişti. Boyundan posundan korktuğum o asil insan; hem yaşça hem de boyca küçücük bir kız öğretmenin karşısında saygıyla eğiliyor, benim şahsımda ilime ve bilime ne derece değer verdiğini gösteriyordu. İşte o anda tüm korkularım bilinmezlere uçup gitti. Ne yaşımın, ne boyumun esiri değildim artık. Benden hizmet bekleyen altmış hanelik bir köy halkı ve onların yavruları vardı. Köy kalkınmasına hizmet etmek için yetiştirilmiş köy öğretmeniydim. Parasız yatılı okulda okumuştum. Devletime ve Milletime son gücümle hizmet edecektim. Meslek aşkım ruhumu sarıp sarmaladı. Babama:

«Babam! Muhtar Amca ile köyümüze çıkalım. Görevime başlamak istiyorum.»

«Oh! Benim de içim rahat şimdi. Aman öğretmenimize iyi bakın Muhtar Efendi, olur mu?»

«Ne demek müdürüm? Öretmenimizin başımız üstünde yeri va(r). Yavrulamıza ilim irfan öretcek.»

Raşit Amca bize sahiplendi. Köy cibinin kalktığı yeri gösterdi. Akşam saatlerinde orada olmamızı rica etti. Kuşadası’na gidip, gerekli eşyalarımı alıp Koçarlıya geri döndük. İlk defa cibe binmiştim. Arabamız, Koçarlı’dan dağ köylerine doğru tırmandıkça içimi çocuksu bir heyecan kaplamıştı. Ulaştığımız her köyü Gaffarlar sanıyordum. Yolumuz bitmek bilmiyordu. Görünürlerde insan izlerine rastlanmaz olmuştu. Sağımızı solumuzu kaplayan, göğü delercesine bulutlara doğru upuzun uzanan fıstık çamlarını izlerken; Germencik’te odunculardan satın aldığımız kozalaklarla yaptığımız oyuncak arabalar; gözlerimden içeride canevimde canlanıyordu. Nihayet Mersinbeleni Köyü’ne vardık. İnecek yolcular indiler, yolumuza devam ettik.

«Öğretmenim, sakın korkmayın. Biraz sonra bizim köyün yoluna gireceğiz. Aslında henüz yolumuz yok. Tozlu-topraklı, engebeli, inişli-çıkışlı olduğu için sarsılabilirsiniz. Mideniz bulanırsa haber verin olur mu?»

Şoförümüz Hasan’ı önce tam anlayamamıştım. Cip sağa sola sallanmaya başlayınca ne dediğini anladım, yanı başımda oturan babacığıma sımsıkı sarıldım. O zamanlar kemer filan da tanımıyorduk. Arabanın kemeri var mıydı, onu bile hatırlamıyorum.

«Köyümüzde dört mahalle var. Biraz sonra Öyüzler Mahallesi’ne varmış olacağız. Benim mahallem de orası. Yolcuları ama, Yağlıiçi Mahallesi’nde indireceğim. Sizi oraya götüreyim ki eniştemle tanışın. Eniştem ablamın eşi. Sizi ona emanet ederim. Okulumuzun müdürü aynı zamanda, Mustafa Tren.»

«Diğer mahallelerin adı nedir?»

«Gaffarlar ve Emirler Mahallesi.»

Beş on dakika sonra Oyüzler Mahallesi’ne gelmiştik. Araba yavaşladıkça çocuklar arabanın etrafını sarıyorlar ve meraklı bakışlarla birbirlerine beni gösterirken,”Gız öretmen gelmiş!” diye gülüşüyorlardı. O an şimşekler çaktı beynimde! Çoğunun ayağında lastik ayakkabı, lastik terlik vardı. Üstleri başları bizim oralarda yetişenlere benzemiyordu. “Benden daha zor şartlarda büyüyen çocuklar varmış.” diye düşündüm. Bu yavrularla çalışmak, onlara okuma-yazma öğretmek, ülkemin kalkınmasına hizmet etmek, tüm varımla Mustafa Kemal Atatürk Cumhuriyeti Öğretmeni olmak yolunda yeniden ant içtim.  İster inan ister inanma! O şimşek; içimdeki meslek aşkımı öylesine ateşledi, öylesine tuttuşturdu; bugün bile söndürecek başka bir güç tanımıyorum. Şükürler olsun.

Gız Öğretmen” olarak kısa sürede çok sevildim, korunmaya alındım. Köyün hocasının evinin avlusunda, önünde çıkartmalığı (üstü kapalı teras gibi ) olan tek odalı bir eve yerleştirildim. Köydeki evlerin Goca Gapı dedikleri kocaman iki kanatlı tahta kapısı vardı. Akşamları eve dönen büyük baş hayvanlar bu kapının altında gecelerdi. İşte bu sokak kapısından içeri girince avlunun sağ tarafındaki sağ köşede, kayalar üstüne yapılmış tek odalı evin dışarıdan görünüşü beni büyülemişti. Beş on basamaklı taş merdiveni vardı. Merdivenleri çıkıp oda kapısının önünde ayakkabımı çıkarıp içine girdiğimde şaşırmıştım. O tek odanın içinde ihtiyacım olan her türlü düzen vardı. Yüklük, çekmeceli dolap, banyo kapısı, pencereler, tahtadan yapılmış, oyma el işlemeleri ile süslenmişti. Sonradan anladım ki bu odacık evlenecek torunları için hazırda bekletiliyormuş. Çıkartmalıkta el yıkamaya yarayan, abdestlik denen yüksekçe bir bölüm vardı. O da el işlemeli motiflerle süslenmişti. Onun üzerine sabun, ibrik konmuştu. Sağ köşede ise testilik (içme suyu ile dolu testilerin konduğu yer) vardı. Kendime ait ilk defa evim oluyordu. Köyün Muhtarı Raşit Amca beni koruması altına almış görünüyordu. Evin büyükleri olan; iki metreden uzunca Çakırığlu Mehmet Dede ile sevgili eşi Ümman(Ümmühan) Nine’ye teslim etti. Tüm ısrarlarıma rağmen kira bedeli almamışlardı. Her ikisinin de üzerimde çok hakları var.Yerlei nurlu, tinleri mutludur inşallah.

Bazı anıları kağıda dökebilmek kolay değil. Kısaca yazamıyorsunuz. Ne kadar uğraşsanız elinizden gelmiyor. Bedeninin ve ruhunun zerrelerine vatan hizmeti kazınmış Gız Öğretmen’in ömür boyu iliklerinde taşıdığı bu anıyı şimdi okumaya başlıyorsunuz. Ön bilgileri vermeden, içimdeki meslek aşkını izah edemeden, “Köylü milletin efendisidir.” diyen Atatürk’ümün asil köylüsünün; öğretmenine nasıl sahiplendiğini ve koruması altına aldığını yazmadan nasıl başlayabilirdim ki?

 Göreve başladığımın ilk günlerinde ilk defa köy düğünü görmek kısmet olmuştu. Düğün sonrası eve dönmem zor olduğu için Emraşe Teyze’nin (Emir Ayşe) yanında geceledim. Gece boyu doğru dürüst uyuyamadık. Emraşe Teyze’nin anılarını dinlemek o kadar heyecenlı, bir o kadar da yürek yaralayıcıydı. Senelerce nişanlısını beklemiş. Bir gün şehit oldu haberini almış. Tabii kayını ile evlendirmişler belli bir zaman sonra. Çoluk çocuğa karışmış. Torun torba sahibi de olmuş. Gelmiş yolun sonuna ve yapayalnız günlerini saymakta. Ara sıra derinden ohlar çekiyordu. O yaşında bile gözlerinden aşk; büyük voltajlı ampül gibi parlıyor ve benim derinlerime yayılıyordu. O masum yüzü nasıl unuturum? Beyaz tenli, iri iri kahverengi gözleri ve başındaki oyalı beyaz tülbentten dışarı çıkan kar beyazı örgüleri ile bir melekti sanki. Gözlerinden taşan özlemi, hasreti bunca yıl nasıl taşımıştı? Nişanlısını hiç ama hiç unutamamış. Hep”bir gün geliverecek” umuduyla yıllarını geçirmiş. Odayı aydınlatmaktan aciz kalan gaz lambası, Emir Ayşe Teyze’nin yüzüne nurlar yağdırıyordu âdeta. Duyduklarım iliklerimi titreştiriyor, katiyetle izah edemiyeceğim içimdeki duyguların taşkınlığıyla bedenimin zerrelerinde kavruluyordum. Zihnimin odalarında şimşekler çakıyor, duygularıma ardı sıra yıldırımlar düşüyordu. Sık sık; “Ah öğretmen gızım ah! Allah’tan Gurtuluş Harbi’ni gazandık. Te o zamandan beri savaş mavaş galmadı. Yavuklu gızla benim gibi başı bozuk galmeyola gari. Ben yavuklumu heç mi  heç unutmadım.” derken, kahve rengi badem gözlerinden hüzün damlaları yanaklarını yalayarak aşağılara iniyordu. Sarıldım, beni kollarının altına aldı. Koyu kestane, omuzlarımdan ağaşıya belime doğru uzanan saçlarımı okşarken; “Sen şanslısın gızım, gecede gündüzde dönmesini beklediğin yavuklun olmecek. Cansız bedenini bile gömediğin şehidinin yolunu bi ömür boyu gözlemicen.” diye mırıldanıyordu.   

Pencere kenarında, kaneviçe işlemeli yastıklar ve örtülerle donatılmış bir sedir vardı ve biz karşılıklı oturuyorduk.  Zaman ne çabuk da geçmişti! Sabah ezanı yaklaşmıştı. Paldur küldür ayak sesleri gelmeye başladı:

«Gelenler kim Emir Ayşe teyzem?»

«Gelin gız ve arkıdeşleri öretmen gızım.»

«Bu saatte mi?»

«He ya! Su doldurme gidibatıla.»

Pencereye yaklaştım, sokaktakileri seçmeye çalıştım. Evet! Evet! Bunların hepsi genç kız ve omuzlarına birer testi yüklenmişler. Fısıldayarak yukarı mahalleden aşağıya doğru gelmekteler.

«Bugün gerdek gecesi. Gelin kız hemen işe başlamış. Bu nasıl iş teyzem?»

«Öretmen gızım, bizim bulada böle. İçme suyumuz yok. Taaa dört beş saatlik yeden su almeye gideriz hepicimiz. Yaşlıyım deye bene yardım edele hep. Testimi doldurup getiriverile her zaman»

«Göz gözü görmüyor! Biraz daha geç gitseler olmaz mı?»

«Olmaz! Olmaz! Erken davranivemezlese gaynakta su bilem bulumeveriler. »

«Ben de onlarla gitsem olur mu?»

«Bugün olmaz gari. Başka bi gün gidesin. Ben sene haber veririm gızım.»

«Sakın unutma ama olur mu? Bir dahaki sefere ben de su doldurmaya gitmek istiyorum.

Birkaç hafta sonra onlarla birlikte su doldurmaya gidebildim. Sonbaharın envai çeşit renkleri doğayı öylesine donatmış ve öylesine gizemli hale getirmişti ki benim diyen en meşhur ressamların tabloları bu görünüşün yanında ezilip büzülürdü. Onlar gibi şalvar giymiş, uzun saçlarımı kızların bana verdikleri bir oyalı yemeni ile kulak arkası yaparak  bağlamıştım. Cumhuriyet’in genç yıllarında öğretmen olmak bir başka anlamlıydı. Ülkemizi kalkındırmak için var gücümüzle çalışacaktık. Köylümüz bizden hizmet bekliyordu. Büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk; “Öğretmenler! Yeni nesil sizin eseriniz olacaktır!” diyerek omuzlarımıza kutsal bir görev yüklemişti. İşte bu yüzden köylüm gibi yaşayacak, onların zorluklarını bedenimde ve ruhumda hissedecek; yavrularımızı aydınlık yarınlara koşturacaktım.

Caminin önünde toplandık. Alaca karanlıkta göz gözü göremez durumdaydık. Köyün dışına çıktık. Ağaçların, çalılıkların arasında uzanıp giden keçi yoluna girdik. Daracık keçi yolunda yürümek hiç de kolay değildi. Yan yana gitmek ne mümkün? Arka arkaya dizilmiş bir vaziyette kaç saat yol almıştık bilemiyorum. En önden giden hedefi biliyor, bizler de onu takip ediyorduk. Güneşin ilk ışıkları dağın yamaçlarını okşamaya başladığında epeyce yol almıştık. Sağımız solumuz yemyeşil, irili ufaklı ağaçlar, çalılıklarla dopdoluydu. Sabahın seherinde duyulmaya başlayan kuş sesleri ruhumuzu serinletiyor, gönüllerimize ferahlık veriyordu.

 Yolun sonunda, dağın eteğinde bulunan kaynağa ulaştığımızda gördüğüm manzara can sıkıcıydı. Çapı yarım metre kadar olan bir çukurun başına geldik. Yerin alt katmanlarından gelerek bu çukuru dolduran pınarı görünce şaşkınlıktan suspus oldum. Kitaplarda gördüğüm bol suları olan, berrak akan suları ile canlara can katan pınara hiç de benzemiyordu. Pınarın başında birkaç tane teneke tas bulunuyordu. Akort çalışırcasına sırası gelen teneke tasla testisini dolduruyordu. Köyün öğretmeni olduğum için (hayır dememe rağmen) bana öncelik tanıdılar.  Doldurmama yardımcı oldular üstelik.

Yüreğimi derinden yaralayan ne oldu biliyor musun? Kaynak suyu yeterli olmadığı için testisini dolduramayanlar; aynı yolu bomboş testilerle geri teptiler. Yol boyu kafamda firtınalar esti. Bu böyle olmaz! Olmamalıydı! Bu konuya bir çare aramalıydım…

Şubat tatilinde Kuşadası’na gittim. Sömestir tatil dönüşü (karne tatili) unutamayacağım an(ı)lardan biridir. Koçarlı’dan bizim dağ köyüne tırmanan cibimiz  nihayetinde Gaffarlar köyü yolunun başına geldi. Yol boyu; şiddetli, esintili yağmur yağmış sonradan dinmişti. Köyümüzün yolu berbat görünüyordu. Yol dediysem sakın asfalt filan anlama! Cibin gele gide açtığı bir yol! Dağ yolu! Keçi yolunun genişi işte! Yağmur yağdığı için; toprakta derin çukurlar açılmış, içlerini yağmur suları doldurmuş, kimi yerlerde taşlar  irili ufaklı serpilmiş, kimi yerlerde ise kaygan çamurlu bataklıklar oluşmuştu. Sözün kısası; arabamız zorlanıyor, şoförümüz darlanıyor, yolcular pür dikkat sessizce bekliyorlardı. Derken araba çamurlara battı. Cipte hanım olarak bir ben vardım. Tüm yolcular indiler. Çamurlara bata çıka arabayı bataklıktan kurtardılar. Ne kadar israr ettimse de bana izin vermediler. Ben onlara destek olamadım. Onlar ıslanmış, her tarafları çamur içinde evlerine dönerlerken; tertemiz giysilerimle kendimden utanıyordum.

Susuzluk, yolsuzluk, elektiriksizlik zihnimi durmadan meşgul ediyordu. Neden suyumuz yoktu? Niçin yolumuz diğer köylerinki gibi düzgün değildi? Köyümüze elektrik neden gelmemişti? Koçarlı’ya indiğimde İlköğretim Müdürlüğüne uğradım. Durumları anlattım. Sorguladım. Yeterli cavabı alamayınca Aydın Milli eğitim Müdürlüğüne gittim. Aldığım bilgiler beni şaşırtacak şekildeydi. Köyümüzün beş yıllık kalkınma planına dahil edilmediğini, bu nedenle de hiçbir şey yapılamadığını söylüyorlardı.

 Gözlerime uyku girmiyordu. Çaresizdim. Bu böyle devam edemezdi. Bu insanların da suya, yola ihitiyaçları karşılanmalıydı. Köyümüze elektrik gelmeliydi. Çok düşündüm. Sordum, soruşturdum. Rahmetli Muhtar Raşit Amca’dan gerekli bilgiyi aldıktan sonra sürekli çözümler aramaya başladım. Beş buçuk kilometre uzaklıkta köyümüze yetecek kadar suyu olan bir kaynak varmış. “Devlet bu suyu getirmek için gerekli su demirini verirse imece usuli ile suyumuzu getiririz.” diye düşündüm. Muhtarımıza bunu anlattım. Olurunu aldım. Bana yardımcı olacağına söz verdi.

«Şükran Öğretmenim, devlet yeter ki su demirimizi versin. Kahvede toplantılar yapar, köylümüze durumu anlatırız.” dedi.

Zamanın Başbakanı Sayın Süleyman Demirel’e bir mektup yazmayı planladım. Yerimde duramıyordum. Ne yazacağımı biliyor, ama nasıl başlayacağımı bulamıyordum. Dertleri biliyordum. Nasıl dile getireceğimi de. Gel gelelim nasıl hitap edeceğime karar veremiyordum. Bu sorunun çözülmesi şarttı. Buna inancım tamdı. Bürokrasinin dar boğazından aşıp direkt Başbakanımız Süleyman Demirel’e ulaşmalıydım. Bu konuda kararlıydım. Ankara’ya bir kez bile gitmemiş olan ben, kalemimle ve inacımla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Başbakanı’na seslenecek, mazlum köyümü anlatacaktım.

Köylülülerimin yardımlarıyla bir çalışma masası yaptırmış, çalışmalarımı onun üzerinde yapıyordum. Düşüncelerimin çok yoğun olduğu bir gece, duygularımı gaz lambasının gecemi aydınlatan ışığının altında yazmaya başladım. Başlığını boş bırakmıştım. Köylülerimin sıkıntılarını bir bir satırlara döktüm. Yaşadıklarımı tüm çıplaklığı ile yazdım. Mektup bitmişti. Başında nasıl hitap edecektim? En doğrusu ne olmalıydı?  Kime yazıyordum? Başbakanımız beni anlayacak mıydı? Cevap verecek miydi? İçimden bir ses istediğim cavabı verdi: Evet, içimden geldiği gibi başlamalıydım ve de öyle yaptım.

” Saygıdeğer Meslektaşım,

Size meslektaşım diyorum, çünkü her ikimiz de aynı aşkla görev yapıyoruz. Ben öğretmenim, siz Başbakan. Görevimiz; vatana, millete hizmet etmek.

…………………………………………………………………………………………………….

—————————————————————————————“

            Mektubumu iadeli taahhütlü postaya verilmek üzere köyümüzün şoförü Hasan Özcan’a teslim ettim. Zarfın üzerine büyük harflerle birkaç sıra halinde; KİŞİYE ÖZELDİR!” yazdım. Israrla tembih ettim doğru postalanması hakkında. “Sakın postalandı belgesini almayı unutma!” dedim. Kafama koymuştum. Köyümün suyu, elektiriği, yolu olacaktı. Sene 1967-1968 Öğretim Yılı.

            Cibin korna seslerini her duyuşumda yüreğim serçecik gibi titriyordu. Gelecek haberi bekliyordum. Okul tatiline gireceğimiz günlerde mektubumun alıntı belgesini getirdi Hasan Özcan. Sevinçten elim ayağım dolaştı. Kimselere bir şeyler demedim Muhtar Raşit Çetin Amca’dan başka. Sadece Hasan Özcan kardeşime anlattım. Bir de Mustafa Katırcı kardeşime. Onlar bana abla diyor ben de kardeşim diye sesleniyordum. Oysa üçümüz de elli doğumluyduk.  Bu mektuptan birşey çıkmaz diye düşünseler de benim moralimi bozmamak için her ikisi de sesini çıkarmıyordu. Muhtarımız Raşit Amcam ama benim gibi umutluydu. Konuşmaları, tutumlarıyla hep olumluydu. Babam Adil Günay gibi çalışanın kazanacağına inanıyordu.

            Köy Öğretmeni olmak nedir? Köy çocukları ile çalışmanın verdiği huzur, heyecan, doyum nasıl ve nicedir? Tüm bunları bilmek için yaşamak gerek. Yine okul açılmış, yepyeni bir öğretim yılına başlamıştık. Okul bahçesini öğrencilerimin rahatlıkla oynayabileceği şekilde düzenlemeden, örnek ekim yapma çalışmalarından, bayram kutlamalarına kadar oldukça faal ikinci öğretim yılının ilkbaharına gelmiştik. Köylülerin bana karşı apayrı bir güveni oluşmuş, kız çocuklarını seve seve okula gönderir olmuşlardı. Geceleri evimde lüks lambasının altında onlara ekstra kurslar verme çabalarım velilerimi bana daha çok yaklaştırmıştı. Veli toplantıları yaptığımda koşa koşa geliyorlardı. Her seferinde onlara şeker, kolonya ikram ediyordum. Sanki köylüler anam babam, ben de onların kızı, bacısı, ablası idim. Köylerine gelen ilk Gız Öğretmen! Öğretmenliğime duydukları saygı kayıda değerdi. Kendilerinden biri olarak gördüklerinden her türlü ihtiyacım ile ilgileniyorlardı. Yumurtadan zeytine, evimdeki ihtiyaçlara kadar her ne almış ve yaptırmışsam; parasını kesinlikle veriyor, kimsenin hakkının bana geçmemesi için elimden geleni yapıyordum. Köylü kadınlarının bana koltuk altlarında bohçalar içinde getirdikleri sebze, meyveye için asla para almıyorlardı. “Bizim bahçıda yelede çürüp gidipbatı bunla öretmen hanım. Heç parenen mi olu?  Afiyetle yiyive gitsin. Helal hoş olsun.” diyerek beni rahatlatırlardı.

            Kışı yeni atlatmış, bahar yağmurlarının sıkça yağdığı günlerdeydik. Çocukları öğle tatiline göndermiştik. Dershanede öğleden sonraki dersler için hem hazırlık yapıyor hem de dinleniyordum. Aşağılardan bir çağrı geliyordu:

«Şükran Öretmen! Şükran Öretmen!»

Okulun merdiven başına çıktım. Bahçe kapısında Dağlı Mustafa Tetik Abi eliyle,

«”Gel! Gel! Gahveye bi araba memur geldi. Seni gö(r)mek istiyola(r).» diyordu. Merdivenlerden hızla indim. Durumu öğrendim. Benim yazdığım mektup incelenmiş, değerlendirilmiş. Durumu öğrenmek için değişik birimlerden görevliler gelmişler. Yolda, bi güzel çamura batmışlar. Ütülü pantolonlar mahvolmuş. Köyün kahvesine uğramışlar bu halleriyle. Mustafa Abi’nin anlatımıyla köylülere sorup soruşturmuşlar beni. Aman ne övmüşler ne övmüşler bu garibi canım köylülerim! Artık kafalarında hiçbir soru kalmamış, sıra benimle konuşmaya gelmiş. Kahveye çağırmışlar.

«Kahveye niye gideyim? Onlar buraya gelsin abim. Okulun içini, dışını da görsünler. İhtiyaçlarımızı daha iyi anlarlar.»

 «Haklısın Şükran Öretmenim. Hadi ben hemencik haber uçuruverem o beylere!

Aradan yarım saat geçmedi. Görevliler cipten indiler. Okulun tahta kapısının önünde sıraya dizildiler. Kapıdan içeri sırayla girerken benimle tokalaşıp kendilerini tanıttılar. Yol İşleri, Özel İdare, Milli Eğitim ve daha birçok birim görevlileri bir arada köyümüze gelmişler; mektubumda yazılanları hem birebir yaşamışlar hem de köyümüzün hallerini, okulumuzun ne durumda olduğunu beş duyuları ile algılamışlardı. Hep birlikte, merdivenlerden okul binamıza çıktık. Tek dershaneliydi okulumuz. Girişteki küçücük salonu dershane olarak kullandığımızı açıkladım. Müdür odamızı, evraklarımızı kısaca gösterdim. Eksiklerimizi tek tek anlattım. Hayranlıkla beni dinliyorlardı.

Bir görevli:

«Hoca Hanım. Başbakanlıktan emir aldık. Mektubunuzda yazılanlar doğru ise istenilenlerin yapılmasını emrettiler. İçiniz rahat olsun. Bizler her şeyi gördük ve yaşadık. Köylülerin kalbini fethetmişsiniz. Hepsi sizi kendi kızları gibi seviyor. Köyünüz hem suya hem elektriğe hem yola kavuşacak! Söz veriyoruz.

Sevinçten çığlıklar atmak geldi içimden, kendine sahip çıktım ama. Gözlerimde sevinç pırıltıları ile ellerine sarıldım hepsinin; teker teker teşekkür ettim. Hem onlara hem devletimin yöneticilerine.

 Üçüncü öğretim yılı başlarında beş buçuk kilometrelik su demirinin verileceği, yolun havalar ısınınca açılacağı haberini aldığımda; sevinçten ne halde olduğumu tahayyül edebilir misin? Gözlerinin önünde canlandırabilir misin? Doğru Raşit Amca’ya gittim. Nefes nefese anlattım. Meğer ona bildirilmiş. Hemen kahvede toplantı yapmaya karar verdik. Önce kahvede sonra caminin yan tarafındaki meydanlıkta toplandık. Her zaman olduğu gibi çatlak sesler o zaman da vardı. Birileri imece şeklinde çalışmaktan kaçıyordu. Benim ve Muhtar Raşit Amca’nın açıklamaları ile sakinleşti ortalık. Herkesin iş durumuna, zamanına göre plan yapılacaktı. Kararlar alındı ve ben gönlüm huzurlu, içim ferah bir şekilde göreve devam ettim.

Öğretim Yılı sonuna doğru dozerler geldi! Şimdiye kadar duyulmamış gürültülerle dozerler yolumuzu açmaya başladılar. Aman Allah’ım! O gün şimdi gibi gözlerimin önünde. Zeytin ağaçları devrilen kadın olsun, erkek olsun; anama, babama sövmeye başladılar. Gülüp geçtim tabii. Gelecek nesillerin bu yoldan nasıl faydalanacaklarını, köyümün kalkınmasında yolun önemini, bugün kızanların gelecekte beni anlayacaklarını zaten biliyordum.

Dördüncü öğretim yılımda tayinim Aydın’ın sahil köyü olan Güzelçamlı’ya çıktı. İki öğretim yılı sonunda Almanya’ya işçi olarak gittim.  Evini satmak zorunda kalan babama bir dairecik almak, yüksek tahsilimi yapmak en başta gelen amaçlarımdı. Almanya’da misafir işçi olarak çalışıyordum. Bir gün postadan bir mektup çıktı. Kardeşim Mustafa Katırcı’dan! Mektubun içeriği içime su serpti:

Sevgili Şükran Öretmen.

Göyümüz hem yola hem suya gavuştu. Göyümüzün dört bölüğüne şarıl şarıl içme suyu getirildi. İmece usuluyle! Şükürle olsun başardık. Yolumuz da açıldı. Almanya adresiğizi Adil Bey Amca’dan aldım. Allah tuttuğuz toprağı altın etsin. Hem bu dünyada hem öbür dünyada mekânınız cennet olsun inşallah.

Gardeşiğiz Mustafa Katırcı

Abla! Bizim gardeşlimiz bazara gada değil, mezara gadar.” dediğini beynimin derinlerine yazdığım Mustafa Katırcı; kilometrelerin ardında bana öğretmen olduğumu unutturmuyor, içimdeki meslek aşkını yeniden ateşliyordu.

Almanya’ya işçi olarak geldiğim ilk üç yılımda; siyah önlüklü, beyaz yakalı öğrencilerime duyduğum özlemi sana nasıl anlatabilirim? Şu kadarını söylesem, birazcık olsun hissedebilir misin? Rüyalarımı süsleyen en başta öğrencilerimdi. Çoğu kez ağlayarak uyanıyordum. Yüce Allah’ın sonsuz hikmetleri bitmiyor. Aileme, vatanıma, nilletime, devletime olan yürek bağım ve emeklerim; Almanya’da Türk Öğretmeni olarak çalışmamın tohumları oldular. 1972 Yılının sonunda işçi olarak geldiğim Almanya’da, 1976 yılının ekim ayında Türk Öğrenciler için açılan İki Dilli Türk Sınıflarında göreve başlatıldım.

Tam otuz altı sene sonra Gaffarlar Köyü’ne gittim. Onlarla buluştum. Alman, emekli doktor arkadaşım Silvia ile köyümüzü gezdik. Bir gece Mustafa Katırcı’nın evinde kaldık. İçecek su evlerinin içine kadar gelmişti. Geçmişi konuştuk uzun uzun. Dertleştik. Hasan Özcan’ın evinin bahçesindeki çardakta toplandık. Beni duyan gelmişti. Doğan bir bebeğe adımı vermişler. Resmimi duvarlarında, kitaplarının arasında saklamışlar. Sevinç gözyaşları döktük. Öğrencilerimi gören Silvia dayanamdı, gözlerinden yaşlar akmaya başlayınca:

«Neden ağlıyorsun Silvia?»

«Otuz altı sene sonra bu nasıl sevgi? Hem öğrencim dediğin bunlar senden yaşlı görünüyor.»

«Yok yok, öyle değil. Ben on yedi, onların arasında ise on bir, on iki, hatta on üç yaşında olanlar vardı. Hem köy işleri ile bizim yaptıklarımız tartıya konulabilir mi? Onlar benim fedakâr, asil köylülerim! Bu Millet onların hakkını nasıl öder bilemem. Onları gelen sayar; oy için, giden soyar; cepleri için. »

Ey kendini bu mesleğe adamış Türk Öğretmeni!

Ülkemizde kırk bine yakın köyümüz var. Türk Milleti’nin geleceği; köylümüzün ulaşacağı ilimde-bilimde aydınlık, huzur, zenginlik, bolluk ile doğru orantılıdır. Sakın unutma!

  Köy Öğretmenlerimizin işi bitmiş değil. Genç meslektaşlarıma inanç, cesaret ve hizmet aşkı ile yanan bir yürek diliyorum. Kırk bine yakın köyümüz ve bizlerin efendisi köylümüz hizmet bekliyor!

Şükran GÜNAY’dan

Şükranca

Bilgi:

Bu anıda geçen tüm isimler, yer ve açıklamalar gerçektir.

Sayın Süleyman Demirel’e ulaşmak, ellerini öpmek istedim. Bir türlü kısmet olmadı. O, Öğretmenine inanmış, gerekenin yapılması için Başbakan olarak ilgili kurumların ilgilenmelerini sağlamıştı. Yeri nurlu, tini mutludur inşallah.

Related Posts

Tags

Share This

Leave a Reply