BİZ KURU EKMEĞİN TADINI,GİYSİLERİMİZİ PAYLAŞMASINI BİLENLERDİK
Germencik’ten Kuşadası’na taşınmış, 5. Sınıfa kaydım yapılmıştı. O gece heyecandan uyuyamadım. Yeni arkadaşlarımı merak ediyordum. Sabahleyin erkenden kalktım, vücut temizliğimi yaptım, temiz çamaşırlarımı giydim, akşamdan hazırladığım kömürlü ütüde ütülediğim siyah önlüğümü giydim, kolalı beyaz yakamı taktım.
Yıl bin dokuz yüz altmış, aylardan eylül. 7 Eylül İlkokulu’nun bahçesindeyim. Sağ taraftaki duvara dayandım. Oynayan, zilin çalmasını bekleyen öğrencilere bakıyordum. Kendi kendime, “Bunlardan hangileri benim sınıf arkadaşlarım olacak acaba?” diye de merkataydım. Tam bu duygular içinde iken zayıf, sarı saçlı, beyaz tenli güzel bir kızın bana doğru yaklaştığını gördüm. Derken yanıma gelince:
– Sen yeni misin?
– Evet.
– Kaçıncı sınıftasın?
– Beş.
– Öğretmenin?
– Mithat Baysal dediler.
– A! Benim sınıfım! Çok sevindim. Gel beraber oynayalım.
Zil çalınca birlikte sıraya girdik. O gün başlayan arkadaşlığımız sene boyunca devam etti. Karşılıklı gelip gittik. Okul bahçesinde unutulmayacak günler yaşadık. Genelde öğrenciler birbiriyle ara sıra küsüşürlerdi. Cemile ve benim aramda hiç böylesi olumsuzluklar olmadı. Germencik’te teneffüslerde arkadaşlarımızla İSTOP oynardık. Küçük el topumu hep çantamda taşırdım. Cemile ile başlattığımız oyuna Zeki Altaş ve Zihni Karakıvrak da katıldı. Teneffüsü dört gözle beklerdik. Zil çalıp da dershaneye girdiğimizde sucuk ter içinde olurduk.
Ortaokula başladığımızda Cemile ile olan arkadaşlığımız devam etti. Biz Kaynak Sokak’tan Anıt Sokak’a taşındık. Babam dört ayaklı, kare şeklinde, kırmızıya boyanmış bir masa almıştı. Daha önce evimizde hiç masamız olmamıştı. Yemeği yerde yer, derslerimi de yerde yapardım. Eğilmesi zor oluyor diye duvar yastıklarını masa gibi yükseltirdim. Eve masa gelince işim kolaylaştı. Derslerimi, okumalarımı artık masada yapabiliyordum. Bir gün neden ve nasıl oldu da bizim evde birlikteydik anımsayamıyorum. Kolay değil, altmış bir yılı geride bıraktık. Artık halkın deyimiyle bir ayağı çukurda olan yaş almış gençleriz. Cemile ve ben evde yalnızdık. Annem, babam evde yoktu. Önce ders çalıştık. Sonra tel dolapta ne varsa yedik. Saatler nasıl geçti farkında değiliz. Kendimizce sohbet, oyun, falan filan derken vakit geç olmuştu. Hala kimse dönmemişti ve biz evde yalnızdık. Şimdiki gibi cebimizde para da yok. Acıkmıştık ve ne yiyeceğimizi bilmiyorduk. Her tarafı aradık. Mutfakta bakmadığımız köşe kalmadı. En son duvara asılmış bez torba dikkatimizi çekti:
– Bu torbanın içinde ne var dersin?
– Bakalım.
– Aaa! Kurumuş ekmekler var.
– Olsun, ıslatır yeriz. Biraz yesek karnımız doyar.
– Cemile ben doymadım.
– Biraz daha ıslatalım. Kuru ekmeklerin böyle tatlı olduğunu hiç düşünemezdim.
– Evet Cemile haklısın. İnsanın yedikçe yiyesi geliyor. Hadi şunları da ıslatalım.
– Hepsini bitirdik. Annen kızar mı?
– Neden kızsın? Yenmiş içilmişe benim annem babam asla kızmaz. Bu kuru ekmekleri bize yumurtalı ekmek yapıyor.
– Nasıl yapıyor?
– Yumurtayı kırıyor, çırpıyor, kuru ekmekleri içine bandırıyor, arkalı önlü yumurtalı olunca kızgın yağda kızartıyor. Börek gibi oluyor inan. Ha bazen de ekmek makarnası yapıyor.
– O da nasıl?
– Ekmekleri ıslatıp, geniş tavada yağda kavuruyor. Sonra içine yumurta kırıyor. En üstüne de kesik ya da çökelek döküyor. Ay! İnan çok tatlı oluyor. A kapı açıldı! Geldiler.
Evet, Cemile ile geçirdiğimiz ne o günü ne de kuru ekmeklerin tadını ve onları nasıl bir iştiha ile yediğimizi hiç unutmadım. Cemile ile unutulmaz bir sürü anılarımız var. İstedim ki o yıllardan iki önemli anımızı sizlerle paylaşayım ve bu anlamlı anılarımızı gençlerimiz de okusun. Şimdi benim hayatımda çok önemli olan bir başka anımı paylaşacağım. Öğretmen okuluna başladığımda, Anıt Sokak’tan Altın Sokak’a taşındık. Okul bitmiş ve ben artık öğretmen olarak göreve başlamıştım. Yaz tatilinde Kuşadası’nda olduğum için Cemile ile daha çok vakit geçirebiliyor, gecede gündüzde gençlik yıllarının tadını çıkarıyorduk.
Kardeşlerim büyümüş, ağabeyim biraz rayına oturmuş, gazinoda garson olarak çalışmaya başlamıştı. Babacığım da bir elinde sehpa, diğer kolunda iki gözlü camekân fıstık satıyordu. Daha önce yazmıştım, aylığımı babam alıyor, evin eksiklerini tamamlıyorduk. Hayat altmışlı yıllarda pahalılaşmıştı. Babamın kazancı tek başına yetmiyordu. İki küçük kardeşim, ağabeyim, annem, ben ve ev kirası… Neyse işte bu yüzden benim cebimde hiç param olmazdı genelde. Arkadaşlarım son moda giyinirken ben elde olanları değiştirip değiştirip giyerdim. Halimden memnundum. Benim için en önemli olan annemin, babamın, kardeşlerimin sıkıntı çekmeden yaşamalarıydı. O yıllarda hazır elbise modası başlamıştı. Kardeşlerime taksitle kıyafetler alıyor, onları mutlu görünce çok seviniyordum. Kuşadası’nda o yıllarda mağazalar yoktu. Alışveriş için İzmir’e gitmek zorunda kalırdık. Tabii ben bunları başarırken kendimi ihmal ettiğimi hiç düşünmemiştim. Benim için aile bütünlüğü, ailenin huzuru için çalışmak, emek vermek en doğal davranış biçimiydi. Başka türlüsünü görmemiştim. Yıllar insana neler öğretiyor. Şimdiki evlatlar arasında da kesinlikle benim gibi olanlar vardır. Vardır da sanki gençlerimiz biraz değişmiş gibi geliyor bana. Sanki onlar ailelerine değil, aileler onlara bakmak zorundaymış gibi tavırlar içinde olanları az değil gibi… Yanılıyorsam gençlerimizden özür diliyorum.
Şimdi gelelim Cemile’m ile olan ikinci önemli anıma:
– Şükran, düğüne geliyor musun?
– Yok ben gelemem canım.
– Neden?
– Hava soğudu ve düğünde giyebileceğim tek bir elbisem var, onun da kolu yok. Gece soğuk olacağa benziyor. Üşürüm. Başka zaman bir başka düğüne gideriz.
– Yok olur mu öyle şey! Benim ceketlerimden birini giyersin.
– Sen?
– Benim için her iki ceketim de bana uyar.
– Gel, ceketlere bakalım.
– Bu nasıl? Rengi?
– Çok güzel! Tam da benim elbiseme uyar. Kırmızı ve beyaz. Harika!
Şimdi ne var bunda diyeniniz olmuştur okurken. Neden unutamadığımı anlayamamış olabilirsiniz. Şöyle düşünün, eğer Cemile bana ceketini vermemiş olsaydı o düğüne gidemezdim. Düğüne gitmesem ne olurdu? Şimdiki düşüncemle hiçbir şey olmazdı. Peki ya o yıllarda nasıldı? Önemli olan o yılların arkadaşları arasındaki manevi bağın güçlü olmasıydı. Şimdi hiçmiş gibi görünen o düğüne gitmek, Camile ile birlikte orada olmak, oynamak, eğlenmek, etrafı izlemek kısmet oldu ve ben arkadaşımın o fedakârlığını ömür boyu unutmadım. Gerisini siz düşünün…
Ortaokul ve öğretmen okulu arkadaşlarımdan, şimdi de kardeşliğimizin devam ettiği Rabia evlenirken, onun düğününe de gidememiştim. Oraya da düğüne giyecek ayakkabım yok diye gitmek kısmet olmamıştı. Bu anılarımı paylaşırken bir şeyin bilinmesini çok arzu ediyorum. O günleri yaşamış olmamın mutluluğunu yaşıyorum. Günümüzde artık karnı değil, gözü doymaz insanlar olduk desem yanlış olur mu? Tepeden tırnağa aç gözlü toplum olmuş çıkmışız desem ne kadar doğru olur? Yok ! Yok! Hepimiz değil tabii.
Şükran GÜNAY’dan
Şükranca