BABALAR BABACIKLAR

Eki 12, 2020 by

BABALAR BABACIKLAR

Genç kadın, elini yüzünü yıkadı. Salona, oradan da balkona geldi. Tan yeri ağarmıştı.

Oldum olası bu sahil şehrini çok severdi. Çocukluk, genç kızlık yıllarının bakir Kuşadası onun hiç bitmeyecek sevdasıydı. Ev halkı mışıl mışıl uyuyordu. Her zamanki gibi yüreğinin içindekileri bir bir gözden geçirdi. Sırayla üst üste koydu. Yürek bohçasını kimseler görmeden yüreğinin gizli köşesine yerleştirdi. Dualarını turnaların kanatlarına asıp, gökyüzüne uğurladı. Bakışları ise denizin engin sularındaki maviliğe uzandı. Geçmişin anılarına dalmıştı ki babası geldi. Arkasından annesi. Hep böyle olurdu, üçleşirler ve tatlı tatlı sohbet ederlerdi. Sohbete başlamadan önce, sabah namazının verdiği huzuru anlata anlata bitiremezdi babası.

Sohbet esnasında konu ana babalardan açılmıştı ki aklına geldi. Babasına:

«Babam hep “baba var, babacık var! derdin. Neden böyle derdin? Bir bildiğin vardı kesin. Bak, benim de üç yavrum var. Ana oldum. Başka anaları, babaları tanıdım. Neydi senin bildiklerin

Babası derinden bir “Ah!” çekti ve başladı anlatmaya:

Sen bilmezsin, annen bilir, bizim kasabada arabacı Osman vardı. Hani at arabaları vardı ya? Bilirsin. Eskiden gelinlerin çeyizleri, at arabaları ile taşınırdı. Kamyonlar çıktı çıkalı, onların da pabucu dama atıldı. Öyle bir arabası vardı Osman’ın, yük taşırdı. Arabasını gelin gibi süsler, atlarını iyi beslerdi. Ekmek teknesi tabii. Osman yakışıklı adamdı ha! Boylu, poslu, kara kaşlı, siyah saçlı, güçlü kuvvetli bir delikanlıydı. Hiç yanlış bir hareketi de yoktu. Severdik hepimiz. Büyük küçük tanır, sazına sözüne güvenilirdi. Adam gibi adamdı yani.

Evi kahvelerin karşısındaydı. Karısı gündelikçi olarak çalışırdı. Güzel mi güzel, hanım mı hanım bir de kızları vardı. On on iki yaşlarında. Akşamüstü, herkesin kahvede oturduğu bir gün, Osman’ın karısı avazı çıktığı kadar hem bağırıyor hem de hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Sesin geldiği tarafa doğru kulak kabarttık, baktık; saçını başını yoluyor. Bir yandan da kızını sokağa sürüklemeye çalışıyor. Bizim Osman ise; kızını ve karısını tekme tokat avludan içeriye atıyor,

Beni rezil ettiniz o…!” diye sayıp döküyordu.

Birkaç zaman sonra bir dedikodu yayılmaya başladı:

«Ne gibi?»

«Ne olmuş?»

«Kız hamileymiş!»

Hepimiz donduk kaldık. İçimiz cız! etti. Ne de olsa bizler de babaydık. Osman’a, karısına, kızına yani hepsine ayrı ayrı üzüldük. Elimizden bir şey gelmezdi. Yardım istemediler. Çocuk kimden acaba diye düşünür olduk. Arkadaşlarla aramızda lafını sözünü bile edemedik. Allah korusun! Bizler de babaydık.

Aradan epey bir zaman geçti, duyduk ki kadın polise bile gidememiş. Çaresiz yutmuş başına gelenleri. İşin aslını önceleri bilemedik. Gün geçtikçe unutuldu mesele. Kız görünmez oldu. Mahalledeki kadınlar sayesinde eşlerimizden duyduklarımızla yetindik. Allah sonumuzu hayır etsin dedik durduk.

«Kimden hamile kalmış?

«Kimden olacak? O it oğlu it Osman’dan! Kendi kızını…»

«Ne! Nasıl?»

İşte böyle kızım. Hepimiz şakına döndük. Kahrolduk. Kanun adamlarından ses çıkmadı. Herkes görmemiş, bilmemişe döndü. O zamanlar şimdiki gibi değildi. “Kol kırılır yen içinde kalır.” gibi bir saçmalık vardı. O kırılan kolun bir gün kangren olacağını kimse düşünemezdi. Derdini söylemeyen dermanını nasıl bulur? Kadıncağız kim bilir daha neler gördü, yaşadı ve çekti o dinsiz imansızın elinden. Ya o kız çocuğu? Ya o dünyaya gelen masum yavru? Böylesi babacıklar da var işte! Ondan derim; baba var, babacık var diye. Atalarımız “babana bile güvenmeyeceksin” diye, boşuna dememişler.

«E! Ne oldu sonra?»

«Hepsi aynı evde oturmaya devam ettiler. Kızın oğlan evladı oldu. Ana kız kuma gibi yaşadılar. Çocuk üç dört yaşlarına gelmişti. Kimseler sesini çıkarmadı. Kendi hallerinde yaşayıp gittiler.»

«Sonra? Sonra?»

Yine bir akşamüstü, erkeklerin kahvede, kadınların ise kapı önünde oturduğu bir andı. Arabacı Osman, kahvenin önünden geçerken atlar birden yere çöktüler. Osman allahsızı arabadan indi. Atlara ana avrat düz gitti, bağırdı, çağırdı. Gık yok! Atlar kalkmıyor! Aldı eline kırbacı, başladı zavallıları kırbaçlamaya. Hayvancıklar dayanamadılar, kalktılar. “Oh be! Hele şükür!” dedi bizim imansız Osman. Arka tarafa doğru yürüdü, tekerleklere baktı, tamam. Çuvalın biri yere düşmüş. Yarısı arabanın altında, yarısı yolda. Eğildi arabacı Osman, çekti çuvalı. O çekiş! Atlar birden çöktüler. Osman arka üstü yere düştü. Baktık, Osman arabanın yükünün altında inliyor!

O anı görmeliydin yavrum! Seneler geçti, gözümün önünden gitmez. Bağırsakları dışarı fırlamış. İçi dışı karışmış; ağzından burnundan kanlar akıyor. Gerisini sen düşün artık. Oracıkta danalar gibi bağıra bağıra can verdi. O zamanlar şimdiki gibi değil. Doktor, ambulans nerde? Allah’ın hikmeti işte! Adaletinin zamanını bilen yok ki. Yüce Yaradan affetsin, içimden sevindim. Bilmem ki hata mı ettim? Ettimse de ettim işte. Allah, böylesi canavarların elinden zamanında kurtarsın yavrularımızı, fırsat vermesin bu canilere.

Genç anne ağladı, babasının boynuna sarıldı. Baba da kızını bağrına bastı sıkıca. Hıçkırıklara boğuldular üçü de. Ne yazık ki böyle babacıklar da var dediler sonunda.

Balkon çiçekleri boyunlarını büktüler. Üç yüreği sessizlik sardı. Genç anne düşüncelere daldı; umutsuz ve çaresiz. Bir öğrencisinin yaşadıkları geldi aklına. İnanılacak gibi değil, ama çok babacıklar, anacıklar var ve bu gerçek demekten kendini alamadı. Bu nasıl bir iştir dedi, bildiklerini elekten geçirdi. Bir türlü akıl erdiremedi. Bilemedi. Sözün bittiği ama öfkenin doruk noktada olduğu yerdeydi. “Tanrı’m, aklımı koru” diye yalvardı, ağladı, ağladı…

            Günümüzde sıkça şahit olduğumuz bu ve benzeri tecavüz, şiddet, saldırı olaylarını engellemek için neler yapılmalı? Aileler, toplum ve devletler bu durumdan ne kadar sorumlular sizce?

Şükran GÜNAY’dan

Şükranca

Related Posts

Tags

Share This

Leave a Reply