KIRK SEKİZ YIL ÖNCE

Eyl 27, 2020 by

Bu kalabalık da ne? Nereye gidiyorlar? Üzerinde yürüdüğümüz yol yokuş, ama nasıl da yorulmaz insan, anlamıyorum. Yorulmuyorum, zorlanmıyorum. Diğerleri de öyle. Oysa onların içinde çok yaşlı olanlar da var.

Hayret! Onca yolu nasıl da aştık ve buralara geliverdik. Hem de göz kırpması kadarcık bir zamanda? İki onluktan biraz fazla olan hayatımda böylesi bir bina hiç görmemiştim. Kaç katlı olduğunu bile sayamıyorum. Nasıl ve nereden en üst kata çıkıverdik? Gökyüzüne çıkmış gibi yükseklerdeyiz. Galiba gökdelen dedikleri bu olacak. Kimsenin beni gördüğü yok. Farkında bile değiller aralarına katıldığımın. Sessiz sedasız yürüyor kalabalık. Bir Allah’ın kulu yok konuşan. Şu duvarlara bak, bembeyaz! En üst kattayız, spor sahası büyüklüğündeki salon, biz insancıklarla tıklım tıklım dopdolu. Ne bir resim ne de bir başka nesne var!

Bakın!” diyor bir ses. Tüm başlar sesin geldiği tarafa dönüyor. Ben de bakıyorum. Çok uzaklarda muhteşem bir binaya takılıp kalıyor gözlerim. Gördüklerime benzemiyor, cami değil, ama göklere yükselen minareleri var. Yemyeşil bir yapıt. Pencerelerinden etrafa ışıklar saçılıyor. Kim bilir içi ne kadar geniş, kaç tane odası var? Doğanın bütün renklerinin ortasına inşa edilmiş muhteşem bir bina. Heyecandan nefesim duracak gibiyim. İçimde tam olarak tanımlayamadığım bir arzuyla orada olmak istiyorum. Tenimi sıcacık sarıveren o tanımsız yeşillikle kucaklaşmak istiyorum. Bu nasıl olacak? Bir gökdelenin en üst katından gökyüzündeki bir yıldıza bakarcasına bakıyorum. Uzaklarda, hem de çok uzaklarda.

Birden yine o ses; “Kimin yüreği temizse, oraya o gidecek!” diyor. Gelen sese kulak veriyorum, gülümsüyorum sevinerek. Kendimden emin, “ben giderim öyleyse” diyorum içimden. O gökdelenden nasıl inmiştik, bilmiyorum. Şimdi sağı solu boş toprak bir yoldayız. Pür dikkat, hızlı, yetişemeyecekmiş gibi telâşla aynı yöne doğru yürüyoruz. Ses yok! Konuşan yok! Sadece akın akın insan seli ve ben varım aralarında. Ne kadar yürüdük, nerelere vardık anlayamıyorum, yürüyorum/uz hedefe doğru.

Ne oldu, nasıl oldu bilemiyorum; yapayalnızım. Arkama dönüp bakıyorum, kimseler yok! Beton bir duvar yükseliyor aramızda. Tuhaf sesler, yakarışlar duyuyorum. Aramıza giden duvara sitem eden, çaresizlikten bağırıp çağıran insanların sesi. Gök yüzüne doğru uzanan duvarı aşmaları olanaksız. Ne ben geriye dönebilirim ne de duvarın arkasındakiler benim yanıma gelebilir. İçim burkuluyor, yalnızlık korkusu yaşıyorum, iliklerimde hissediyorum geriye dönüşün imkânsızlığını. O da ne? Sağ tarafımda beyaz tenli bir oğlan çocuğu beliriyor birden, elimi tutuyor sıcacık; birlikte yürüyoruz. Bu nasıl bir güzellik. Tanrı özenip bezenip yaratmış bu küçük meleği. Sağımız ve solumuzda gür ormanlar var, yolumuz dümdüz ve tertemiz.

Biraz ilerliyoruz. Sol taraftan gel! diyor bir ses, oraya doğru yürüyoruz. Yaklaştıkça seçmeye başlıyorum. Başında sarık, üzerinde yeşil renkte abası, bilge görünümlü yaşlı birini görüyorum. Önünde ahşap, dikdörtgen bir masa ve üzerinde bir kitap var. Yüzünü seçemiyorum bir türlü, ama görüyorum; masasının üzerindeki kitap ciltli ve Türkçe yazılar var. Bir soru soruyor bilge, nutkum tutuluyor, yanıtlayamıyorum. “İnsanın endazesi nedir? Bu soruyu bilirsen devam edeceksin” diyor. İçim burkuluyor, korku sarıyor her yerimi. Şimdi ne olacak derken, eteğimden çekiyor elimi tutan küçük melek, eğiliyorum, sormamı beklemeden kulağıma; “İki yarım, bir ölçü” diyor. Hemen söylüyorum aynısını. Gülümsüyor bilge, yolumuza devam ediyoruz.

Olacak şey değil, yanımdaki küçük melek yok! Bir başka biri var şimdi. Esmer, kara kaşlı, siyah ve omuzlarına kadar uzun saçlı bir delikanlı. Boyu uzunca. Boyum kısa olduğundan başımı kaldırarak yüzüne bakıyorum. Yan yana yürüyoruz. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Tanımsız; duygusal, saf, temiz, dostça yakınlık hissediyorum, anlayacak diye de utanıyorum. Kolunu omzuma atıyor ve hafifçe gülümsüyor. Kendimi emin ellerde hissediyorum. Ne kadar daha birlikte yürüdük bilemiyorum.

Bir binanın önüne geliyoruz ve kapısının önünde duruyoruz. Ortalıkta bir başka bina göremiyorum. Tek katlı, arkaya doğru uzanıp giden bir mimarisi var. Kapıyı açıyor, içeri giriyoruz. Sol tarafımızda bir oda görüyorum. Adamın biri kadının paralarını alıyor, üstelik zalimce dövüyor. Kadının acısını bedenimde yüreğimde hissediyorum. Bana yapılmış gibi titriyorum. Yanımdaki yakışıklı elinin birini yukarı kaldırıyor ve adama doğru bakıyor. İnanılacak gibi değil! Cayır cayır yanmaya başlıyor hain adam. Öylesi bir ateş ki zırh gibi sarıyor vicdansızı. Canı yandıkça bağırıyor, bağırdıkça ateş daha da bir zevkle çoğalıyor alev alev. “Oh be! Kurtuldu kadıncağız” diyorum. Göğsümdeki daralma geçiyor.

Bir iki adım yürüyoruz. İkinci odanın önünde duruyoruz. Odada orta yaşlarda bir adam ve kucağında beş altı yaşlarında bir kız çocuğu. Eliyle kızı soymaya çalışır gibi bir halleri var. O anda yanımdaki delikanlı, oraya doğru bakıyor. Bakışlarına dayanamayan iğrenç adamın gözleri görmez oluyor. Başlıyor odanın içinde haykırmaya, el yordamıyla oradan oraya koşmaya. “Oh olsun! diyorum içimden sevinçle. Küçük kız kaçıp kurtuluyor, kayboluyor odadan.

Hafifçe dokunuyor omuzumdan, yürüyelim der gibi, yine yürüyoruz; koridorun en sonunda ve tam karşımızda duran kapıyı aralıyor yavaşça; bakıyoruz. Allah’ım! O da ne? Dünyanın tüm işlerini bu odaya getirmişler! Kimi gülüyor, kimi ağlıyor, kimi ekmek pişiriyor, kimi harmanda, kimileri alet elde makine başında. Çoluk çocuk, haşır neşir olan aileler, gençler, ihtiyarlar ve daha neler neler… Uzun uzun bakıyor ve başını sallıyor gülümseyerek.

Hadi gidelim dercesine dokunuyor yine bana. Geriye doğru yürüyoruz. Koridorun sonuna yaklaştıkça, duygularım beni rahatsız etmeye başlıyor. İçimdekileri anlar diye korkmaya başlıyorum. Tarif edemeyeceğim korkular sarıyor benliğimi. Adına ne denir bilemiyorum, ama sıcacık, güven ağlarıyla örülmüş bir yakınlık hissediyorum ona. İlk defa konuşuyor; “Korkma!” diyor, yine kollarını omzuma koyuyor. Birden anlıyorum yaşadıklarımı. O bir melek ve beni koruyor.

Kapıya geliyoruz. Meraklıyım. Cesaretle soruyorum: O kötü adamı yaktın, yaşlı adamı kör ettin, ya bu üçüncü odadakiler? Onlara ne olacak? “Onlar kendi yağı tuzu ile kavrulanlar” diyor ve gülümsüyor. Benim yerim neresi diyorum heyecanla. “Bak!” diyor. Bakıyorum hemen. O muhteşem bina tam da karşımda. Sayısız pencerelerinden etrafa yayılan ışık yeri göğü kaplamış. Neden bu kadar çok minareler var? Bu devasa bina tam da doğanın ortasında duruyor. Meğer yeşil renkli değilmiş. Doğanın muhteşem renklerine bürünmüş rengarenk bir elbise giymiş gibiydi. Peki ya o minarelere ne demeli? Onların da her birinden ebruli renkler fışkırıyordu. “Ben oraya gidebilecek miyim?” diye sormak istediğimde yanımda kimse yoktu. O anda uyandım. Sucuk ter içinde kalmıştım.

Almanya’ya mesleğimden istifa ederek işçi olarak gelmeden önce, kısa aralıklarla, arka arkaya üç kez gördüğüm bu rüyayı hiç unutmadım. Aradan tam koskoca kırk sekiz sene geçti. Unutacağımı da sanmıyorum. Yaşamın içinden olduğu için midir ki?

Şükran GÜNAY’dan

Şükranca

Related Posts

Tags

Share This

Leave a Reply